Alevi Önderleri

  • ŞEYH SAFİ - (Alevi Önderi, Alevi Önderleri)

    Dünyada büyük bir Kızılbaş devletinin kurulmasına neden olan değil, Tekkesi’nin kurucu pirlerinden olan Şeyh Safi, Sah İsmail’in atasıdır. Kısa adı Şeyh Safi olarak güncelleşen ve uzun adıyla Ebul Safıyyıiddin İshakı Erdebili olarak Türk toplumunda izleri silinmeyen bu Horasan Ereni. Anadolu’nun dışında Iran’ın Erdebil kentinde tekkesini kurmuş ve bu tekke Erdebil Tekkesi adıyla Türk ve Alevi düşüncesinin yayılmasına, gelişmesine katkı sağlamıştır. Kuşaklar değiştikçe gelişen, ilerleyen, toplumlara öncülük yapan ve büyük bir devlete dönüşen. bu tekkenin kurucusu Şeyh Safi 1252’dedoğmuştur.








    Çoğu kaynak Şeyh Safı’nin Sünni olduğunu öne sürmekte olsa da,asil Alevi düşüncesinin büyük bir kaynağını oluşturan bu ocağın Halvetiye ve Kalendeiye tarikatlarını birleştirerek Safaviye veya Erdebiliye adlarıyla bilinen büyük tekkenin ortaya çıkmasında ve evlatlarını da da bu doğrultuda yetiştirmiştir. Onu Sünni birisi olarak göstermek için bu ocağın geçmişinde ve yaşamında herhangi bir ipucu bulmak olası değildir. Bu tür değerlendirmeler her pir için yapılmaktadır.

    Erdebil Tekkesi’ni kuran Şeyh Safayeddin ceddini ondokuzunco göbekten yedinci İmam Kazım Musa’ya ulaştırır, bu soyu soylu biçimde devam ettirmiştir. Hatta kendisine şerif soyundan diyenlere büyük Şeyh şu yanıtı vermiştir: “Bizde Seyitlik var, fakat Alevi, yahut şerif olduğumuzu (yani İmam Hüseyin, yahut Hasan soyuna mensup bulunduğumuzu) sormadım”t demektedir.

    Çeşitli araştırmacılar Şeyh Safi’nin kimliği konusunda kendi taraflarına çekmek için büyük umar harcamaktadır. Özellikle İranlı araştırmacılar bu büyük dedeyi Fars kökenli göstermekte olup, bazı araştırmacılar ise onun Kürt kökenli olduğunu söylemekteler.Şeyh Safi’nin Firuz Şah torunlarından olduğunu, ardından Güney Arabistan’dan Azerbaycan’a göçtüğü ve Kürt kökenli olduğu yönünde bilgileri de verilmektedir. Biz bu Alevi büyüğünün kimliğini Kürt, Türk, Fars ya da Arap olmasını değil, pirin doğup büyüdüğü Erdebil kentinde kurduğu büyük üniversitesinin (tekkenin), yetiştirdiği öğrencilerinin (dervişlerin) Anadolu ve Türk topraklarında devamlı faaliyet gösterdikleri, Alevi kültürünün oluşumunda katkı sağladığı yanıyla ilgilenmekteyiz.

    Şeyh Safiyiddin Erdebili, Moğollar’ın bulunduğu bölgede kendisine inananlar gün geçtikçe çoğalmaya ve ünü ise uzak bölgelere yayılmaya başladıkça Moğol yönetiminden gerekli ilgiyi de görmüştür. 1334 tarihinde Şeyhin ölümüyle birlikte Erdebil’i1 postuna oğullarından sırasıyla, Şadraldin (posta oturma süresi 1334-1393 torunu Hoca Ali (posta oturma süresi 1392-1429) Hoca Ali’nin Erdebil postunda oturmasıyla bu tekken in yaşamında okulunun bilimsel olarak Aleviliğin’ bütünlüğüne ve Alevi felsefesinin Anadolu Aleviliği ile aynı paralelde gitmesine neden olmuştur. Çünkü Hoca Ali, Hacı Bektaş Veli dergahıyla ilişkilerine önem vermiş, sürekli iletişim kurarak, Hacı Bektaş felsefesini Erdebil’e taşımıştır. Hatta Timur’un Anadolu’da Osmanlı Devleti’ne yaptığı o büyük saldırı sonucunda Yıldırım Beyazıt’ı yenmesiyle birlikte Anadolu’da yaşayan Tekke, Hamit ve Karaman Türkmenlerinden Alevileri tutsak yaparak yanında götürmesi ve Hoca Ali’nin bu Türkmenleri bağışlatıp yanında bırakması sonucu Türkmen nüfusunun ve Anadolu Alevi bilincinin de buralara, Anadolu dışına taşınmasına neden olmuş ve bu sonuç gelecekte Şah İsmail’in büyük bir devlet kurmasının temellerini oluşturmuştur. Hacı Bektaş öğrencilerinin Erdebil Tekkesi’nin çehresini değiştiren bu topluluğu, daha doğrusu bu dervişler birer Alevi misyoneri olarak Erdebil Tekkesi’nde bir Kızılbaş devletinin oluşmasına katkı sağlamıştır.  Hoca Ali’den sonra Erdebil Tekkesi’ne oğlu İbrahim oturmuştur. (Süresi : 1429-1447)

    Bu dönemler içerisinde Erdebil’in adı Orta Asya içlerine ve Anadolu’ya kadar yayılmış, Osmanlı padişahlarına her yıl buradan değerli hediyeler gönderilmiştir. Osmanlı padişahlarının payitahtı bu dönemlerde Bursa idi. Ve Osmanlı devlet yapısı Alevi- Kızılbaş bilincine ters olmayıp, halen kuruluşunda büyük emeği geçen Alevi Horasan Erenleri nin izleri  silinmemişti.

    Poştnişinliğin babadan oğula geçme geleneği Erdebil’de kurumlaşması Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyd’le birlikte tekke siyasi bir hüviyete bürünerek gelecekteki devletin temellerini sağlamlaştırdı. Şeyh Cüneyd’in posta oturma süresi 1449-1456 gibi yedi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Şeyh Cüneyd Aleviliği tamamıyla kurumlaştırma yolunda Anadolu’dan büyük destek görmüş, Hacı Bektaş düşüncelerine büyü önem vermiştir. Anadolu ile ilişkilerini sıkı bir biçimde geliştirmiş, buradaki tekkeler ile sürekli iletişim halinde bulunarak okullar arası birliğin, fikir birliğinin gelişmesine neden olmuş, kopukluğu gidermiştir.

    Şeyh Cüneyt taraftarlığının günden güne çoğalmasıyla ve gelecekte siyasi bir çizgi izlemesi sonucu bu ülkeden sürgün edilmiş ve yedi yıllık sürede Anadolu‘da Karamanoğulları ile Osmanlı topraklarında bulunmuş, faaliyetlerini buralarda sürdürmüştür. Anadolu’da kendi görüşleri doğrultusunda bir beylik oluşturmak istemesi bunu başaramaması, hatta Trabzon’da Rum devletini ortadan kaldırarak kendine bir devlet yaratmak isteme düşüncesi de gerçekleşememiştir.

    Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlenerek bu ülkede serbestçe dolaşma ve siyasi örgütlenmeyi geleceğe yönelik oluşturmuştur. 1460 tarihinde Gürcülere karşı 12.000 kişilik müridiyle büyük bir baskın düzenlemiş olmasına karşın, başarılı olamamış ve bu tarihte ölmüştür. Daha sonra Uzun Hasan’ın kız kardeşinden doğan oğlu Şeyh Haydar Erdebil postunun sahibi olmuştur. Şeyh Haydar da babası gibi yine bir devlet kurma ve gücünü artırmak amacıyla, dayısı Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek arkasına büyük bir siyasi güç katmıştır.

    Şeyh Haydar, müritlerine 12 dilimli kızıl bir taç giydirerek onların her yerde belli olmalarını sağlamış ve taraftarlarına da Kızılbaş adını vermiştir. Babasının öcünü almak için askerlerini toplamasıyla birlikte Şirvan hükümdarına savaş açmış ve bu savaşta başarılı olmadan ölmüştür. 9 Temmuz 1488 ve ardından 17 Temmuz 1488 tarihinde ise Safavi Kızılbaş Devleti’ni kuracak olan Şeyh Haydar’ın oğlu Şah İsmail dünyaya gelmiştir. ‘Şeyh Haydar’ın müritleri onun yeni doğan oğlu İsmail’i kaçırmış, onun öldürülmesini engelleyerek tam bir Anadolu Türk Kızılbaşı gibi yetiştirmişler ve babası Şeyh Haydar’ın ideallerini gerçekleştirecek durumda bir devlet kurma gücünü elde etmişlerdir.

    Şah İsmail de bütün dedeleri gibi aynı davayı takip etmiş, çok genç yaşta Erdebil postunun sahibi olmuştur. Babasının müritleri İsmail’i en güzel biçimde yetiştirmişler, gözünü budaktan esirgemez, yaptığı her şeyi bilinciyle yapar durumdadır İsmail. 12 yaşlarındadır. Bu yaşta bütün müritlerine hükmetmesini, sözünü dinletmesini, onları yönlendirmesini kısa sürede kavramıştır.

    Bu yaşta Glan’dan ayrılıp dedelerinin kurmuş olduğu Erdebil Tekkesine hareket etti. Buranın valisi İsmail ve adamlarını Erdebil’e sokmak istemedi. İsmail, Hazar kıyısında Ercuvan denilen yerde adamlarıyla birlikte kışı geçirdi. Yıl 1500. Amacı Anadolu’ya geçmekti. Adamlarına haber göndererek Erzincan’da buluşmalarını söyledi. Bütün Anadolu kısa sürede Erzincan’a akın etmişti adeta.

    Şeyh Safi tekkesinin Anadolu üzerindeki etkisi böyleydi. Burada toplanan çeşitli boydan Türkmenler, doğru Şirvan’a hareket ettiler. Şirvan Şahı’nı bu inançlı topluluk kısa sürede ortadan’ kaldırdı. Dur durmak bilmeyen İsmail taraftarları kısa sürede önlerine gelen orduları yenerek Erdebil topraklarına hakim oldular. Bu 12 dilimli Kızılbaş ordusu 1501 tarihinde yeni bir devletin oluşumunu tamamlayarak bu Kızılbaş devletine atasının adı olan Safi’den dolayı Safavi Devleti adını koydu İsmail. Kendisi de Şeyhlikten Şahlık koltuğuna oturdu.

    Erdebil postunun sahibi olan Şah İsmail küçük bir tekkeden büyük bir devlet çıkmasının noktasını koyarken, kendisi Aleviliğin adet erkanının, gelenek ve göreneklerini Hacı Bektaş ve tüm Horasan Erenlerinin felsefesine sadık kalarak yerine getiriyor ve yeni kurallar koyuyordu. Aynı zamanda da bir hükümdardı. Bu hükümdarlığın başkenti Tebriz’di. Kızılbaşlık bu tarihten sonra toplumsal bilinçten siyasal bilince ulaşarak kocaman bir devlet oluyordu. hem de Oşmanlı Türk devleti Farsça ve Arapça’yı resmi dil olarak yürütürken ‘Şeyh Safi’den gelip Şah İsmail’le noktalanan Safavi Türk-Kızılbaş devletinin resmi dili ve konuşma dili tümüyle arı Terkçeydi.

    Biz konumuz gereği yeniden  Şeyh Safi’nin yaşamına dönelim.1252’de Erdebil’de ölen Şeyh Safiyiddin ailenin yedi çocuğundan beşincisidir. İlk eğitimini Erdebil’de görmüş, küçük yaşlarda eğitime büyük ilgi duymuştur. Erdebil’de bilgilerinin yetersizliğini görünce Şiraz’a gitti. Orada bulunan en büyük tasavvuf hocalarından ders aldı. Şeyh Rüknettin Beyzavi ve Amr Abdullah gibi dervişlerden ders alma fırsatını buldu. Ardından Hazar kıyısında yerleşik olan Şeyh Zahid’e gitti. Bu şeyhin adını ve ününü bildiği için oralarda dört yıl kadar Şeyhi aradı. Bulunca da bu şeyhle birlikte 25 yılını geçirdi. Şeyh ölünce onun postuna oturdu. Bu yaşa gelinceye kadar tasavvuf bilgisini geliştirdi, Bilgi ve ‘yetenekleri kısa sürede çevresine yayıldı. Yayıldıkça da müritleri çevresinde büyü kalabalıklar oluşturmaya başladı. Gerek İlhanlı (Moğol) hanı Olcaytu gerek bölgenin diğer hükümdarları onun ünü karşısında bu büyük ilgi duymaya başlamışlardı. Moğol veziri Reşidüddin’in kendi Şeyh Safiyittin’in yakın müritlerindendi. Zaman zaman Şeyhinin tekkesine bol armağan1ar ve şarap gönderiyordu. Tekkenin gelirlerinin  büyük bir bölümünü  bu vezir sağlıyordu. Erdebil Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Safi zamanının büyük bir bölümünü kendi müritleri arasında geçirmekteydi. 1335 tarihinde ölümü sonucu yerine Erdebil  postuna oğlu Sadreddin Musa, babasının büyük bir türbesinin yapımını on yıl gibi bir sürede tamamlayarak bugüne ulaşan görkemli bir şaheser yaratmıştır.

    “Baba ordularının dağılışından sonra Anadolu ‘da tutunan Türkmen oymaklarından ve şeyhlerinden başta Şah İsmail’in büyük ceddi Şeyh Safi dahi bir takım şeyhler ve dervişlerle Kıpçak ve çevresine irşat için gitmişlerdir.”2

    Şeyh Safıyittin Erdebili çalışmaları ile tasavvuf düşüncesi ve Aleviliğinin gelişmesinde büyük katkılar sağlamıştır. Bu katkıları sağlarken de kendisi gibi büyük ün yapan bir çoğu Anadolu topraklarında bulunan çağdaşı Horasan Erenleri’yle de iletişimi kesmemiş, o birlikte hareket ederek bilgi alışverişinde bulunmuştur. Onun yarattığı bir küçük tekke Aleviliğin bir mabeti olarak ününü günümüze taşımıştır. Ancak gerek Osmanlı devlet yapısı, gerekse Cumhuriyet tarih anlayışı , ne yazık ki bu kocaman Türk’ devletini görmezlikten gelmektedir.

    Aleviliğin kaynaklarından bir kısmını oluşturan şüphesiz ki Şeyh Safi Buyruğu adıyla bulunan bu yapıttır. Şeyh Safi tarafından hazırlanan Aleviliğin inançsal sistemlerine ilişkin bu görüşler, 13. yüzyıla aittir.

    Anadolu Erenleri adıyla bilinen pirlerin birçok eserlerinin olduğu r gerçektir. Ancak bugün, gün yüzüne çıkartılabilenler çok azdır. Aleviliğin yazılı kaynakları ortadan kaldırılmıştır. Bu eserlerin, uzun araştırmalar sonucu gün yüzüne çıkartılarak Alevilik tarihine ışık tutacağını umuyorum.

    ŞEYH SAFİ BUYRUĞU’NDAN*

    Bir talib bir kimse ile musahip olsalar, gerektir ki, mürşitlerin buyruğunca yola gidip, birbirleri arasında baş ve canlarını esirgemeyeler.Eğer esirgerlerse, musahipliğe layık değildirler. Musahip şudur ki, yola gide, Erenlerin izini izleye, mürşidin razılığını gözleye. Ve de bir kişinin musahibi yoldan çıksa, onu bırakıp, yolda olanla yola gitmesi uygundur, üstat nutkundan böyle buyurmuştur.Musahip olanlar, birbirinin derdiyle dertlenmeli, ilgilenmelidir.

    Musahip olanlar hem -dert gerektir.

    Garimin görünce kalmaya cana.”

    Musahibin musahibden dalda (gizli) yeri olsa, musahip değildir; mürşitlerin kavli böyledir. Böyle olan musahibin yolu murtad (yoldan erkandan çıkmıştır. Böyleleri ne pir, ne murebbi ne de musahib olurlar, talibi eğitemezler, yolsuz ve erkansızdırlar. Şurası iyi bilinmelidir ki:

    Eğer bir kimse, MUHAMMED-ALİ kavliyle, özünü bir kamil mürebbiye ve musahibe bağlayıp, yola gitmese, o kişinin yediği ve içtiği tümüyle haramdır.

    Mürşid-i kamil şudur ki:

    Talibin ayinesini (gönlünü) silip temizleye ve pırıl pırıl eyleye; her ne sorunu varsa yol içinde (Buyruğa, erkana uygun olarak) çözümleye, terbiye (eğitim) ile onu Hakk’a (ve gerçeğe) eriştire; talibe, matlubunu (dilediğini, gerçekler yolunda istediği şeyleri, (bilgileri) göstere; yeteneği varsa, talibi dostuna eriştire; gönlündeki muradını ve dileğini hasıl ede...

    Ve eğer bu dediğimiz gibi olmazsa, Hakk’a talib olup, yola gelmezse, dünyada ve Ahrette yüzü karadır, Erenler zümresinden değildir, mahşer gününde On iki imam efendilerimizin huzurunda mahcup (utanmış, hacil) olur ve hakkın cidarını görmekten. mahrum kalır.

    Hazret-i Emir-el-Mü’mümin ve İmam-ül-Müttektn, Esedtullah-ül Galib Ali b. Ebü Talib Kerrem-Allahü veche buyurur ki:

    “Her bir kişide yedi kal’a vardır. Her bir kal’a dört kat hisar burcuyla çevrilidir ve

     on iki burcu vardır, hepsi EDEB üzerinedir. Eğer o burçlara iblis (şeytan) girerse, elbette gönül tahtında oturursa, o kişi cehennem ateşine müstahak ölür. Çok sakınmak gerek, bu edepiere sahip çıkmalı, iblise uymamalıdır.

    Bunun için, erenlerin edeb ve erknını biz bu kitabın (Buyruğun) içinde yazdık ki, erenler muhib olan talibler okuyup, gereğince amel edeler ve her okudukça bu zaifi hayır duadan unutmayalar. Bir kişinin ömrü Nuh Peygamberin ömrü kadar olsa, bu menakıbı Şerif’i yazıp, tamam edemezler. Çünkü, Evliya Menakıbı’nın sonu ve batın ilmini nihayeti yoktur. Bu denli olduğu da taliblere ancak bir irşad içindir. Her şeyhe ve halifeye ve Pir’e lazım olan şudur ki:

    Cuma geceleri geldikte çırağını uyarıp, gücü yettiği kadar Allah rızası için ve Muahammet Ali ve On iki imam ve On dört masum paklar ve geçmiş pirler ve beş kademler ruhu için, atası ve anasının canı için yemek yedire ve yemekten sonra cemaat dağılmadan bu evliya’nın buyruğu okuna, talibler ve muhibler dinleyeler, güçleri yettiğince edebinden ve erknından öğrenip amel edeler. Kişi bilmediğini öğrenmek gerektir. Fakat, erkan erenleri bu kutsal Buyruk Kitabı’nı her önüne gelenin yanında okumayalar ve rastgele kişilere vermeyeler, göstermeyeler, yalnızca Erenlere muhib olanların yanında okuyalar.

    Hz. İmam Hasan efendimiz buyurur ki;

    Dört şey kişiyi saklar, dört türlü şeyden korur:

    Birincisi, evli olmak yani şeriat  evine girmektir ki fesat işlerden (ahlak bozukluğundan) saklar; ikincisi, cömertlik yapmak ki iki cihanın iffetlerinden saklar; üçüncüsü, güvenilirlik ki hıyanetten saklar; dördüncüsü, haram (günah) olan şeylerden sakınma ki bütün belalardan saklar.

    Ve İmam Hüseyin efendimiz buyurur ki;

    Dört şeyi terk etmek, insani güvenli kılar:

    Birincisi, hışım (kızgınlık, hiddet); ikincisi, gazap; üçüncüsü, ucüb (kibir kendini beğenmişlik); dördüncüsü, tembellik.

    Ve mam Zeynel-Abidin efendimiz buyurur ki;

    Dört şey, insanı çeşitli hastalıklardan korur:

    Birincisi, az yemek; ikincisi, az konuşmak; üçüncüsü, az uyumak; dördüncüsü, kimsenin gönlünü yıkmamak.

    Ve İmam Muhammed Bakır efendimiz buyurmuştur ki;

    Dört şey, insanı dünyada ve Ahrette aşağılık (hor) eder:

    Birincisi, acı söz söylemek; ikincisi, yaranız huy; üçüncüsü, halkın gıybetini (arkasından söz söyleme) yapmak; dördüncüsü, yüzü sert (katı, hiddetli) olmak.

    Ve İmanı Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki;

    Dört şey olgunluğun belirtisidir:

    Birincisi, dostlara mürüvvet (yiğitlik, insanlık) göstermek; ikincisi, düşmanlar ile budara kılmak (için  ve düşmanlığı gizleyip görünüşte , dostluk göstermek); üçüncüsü, gazap (kızgınlık) zamanında sabır göstermek; dördüncüsü, acı söze tahammül etmek.

    İmam Musa Kazım efendimiz buyurur ki; dört şeyin sonu tehlikelidir:                                            

    Birincisi, başıboşluk ki sonu maskaralıktır; ikincisi, şunu bunu azarlamak ki sonu pişmanlıktır; üçüncüsü, büyüklenmek ki sonu utanmaktır; dördüncüsü, tembellik ki sonu horluk (aşağılanmak)tır ki meyvesi güvenli olmaktır; üçüncüsü, cömertliktir ki meyvası ululuktur; dördüncüsü, şükürdür ki meyvesi zenginliktir.

    İmam Muhammed Taki efendimiz buyurur ki;

    Dört şeyden dört şey meydana gelir: .21

    Birincisi, dilenmekten aşağılık doğar; ikincisi, şımarıklık (hafiflik)ten ayrılık doğar; üçüncüsü, işin sonunu düşünmemekten rezillik doğar; dördüncüsü, ulular ve beyler ile düşmanlıkta inat etmekten helak olma doğar.

    İmam Aliyyün-Naki efendimiz buyurur ki;

    Dört şey, iyi Adettir:

    Kanaat, müşavere (danışma), kızgınlık zamanında öfkesini yenmek, herhangi hayırlı bir hizmet karşısına çıktığında yapmak.

    İmam Hasan Askeri efendimiz buyurur ki;

    Dört şeyi geri döndürmek olmaz:

    Birincisi, söylenmiş söz; ikincisi, başa gelen kazA; üçüncüsü, atılmış ok; dördüncüsü, geçen ömür.

    İmam Muhammed Mehdi efendimiz buyurur ki;

    Dört şey, mutsuzluk belirtisidir:

    Birincisi, suali reddetmek; ikincisi, dünyaya tapmak; üçüncüsü, cahiller ile Konuk Defteri etmek; dördüncüsü, Ailesini ve yakınlarını hoş tutmamak.

    Hz. Selman-ı Farisi buyurur ki;

    Dört şeyin bekası (sürekliliği) olmaz:

    Zalim padişahın, ikiyüzlü sevgilinin muhabbeti, haram mal kazanmak, dönen devran ve geçici zaman.

    Hasan-ı Basri hazretleri buyurur ki; Dört şey,yücelik verir:

    Dünya yüceliği, mal ile; Ahret yüceliği, amel ve ilim ile; hoca katında kavlile; insanların yüceliği, cemalullah, kemalullah ve cennet yüceliği yetenek ile bulunur.

    Hz. İmam Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki; Cehennem halkının belirtisi dört türlü şeydir:

    Birincisi, yüzü ekşi ola; ikincisi, dili acı ola; üçüncüsü, gönlü katı ola; dördüncüsü, cimri ola.

    Dört şey ise cennet halkının belirtisidir:

    Birincisi, güler yüzlü olmak; ikincisi, tatlı dilli olmak; üçüncüsü, yumuşak gönüllü olmak; dördüncüsü, cömert olmak.

    Ve Hz. İmam Ali buyurur ki;

    Dört Kitab’da dört nesne vardır. Her kim onun hükmünü yerine getirse, dünyada ve Ahirette kurtuluşa erer. Tevrat’ta yazar ki: “Her kim kanaat ederse, ganimet bulur.”’ Ve Zebur’da yazar ki: “Çok konuşmayan, kurtuldu.” Ve Incil’de yazar ki: “Her kim, bir tarafa çekilip yalnızlığı seçerse, esenlik bulur.” Ve Kur’dn-ı Mecid”de buyurur ki:

    “Her kim Allah Taala hazretlerine tevekkül eder, sığınırsa, bütün dileklerine erişir.

    Ve Şeyh Cüneyd-i Bağdadi buyur ki;

    Dört nesne, insanın kurtuluşuna sebeptir:

    Birincisi,’ Hak Taa1a’nın farizasını (buyruklarını) yerine getirmek; ikincisi, Resulullah’ın yoluna uymak; üçüncüsü, atanın ve ananın gönlünü hoş tutmak; dördüncüsü, halka şefkat göstermek.

    Ve yine dört nesne insana bağıştır:

    Allah tarafından devranı (yaşamı) iyi olmak;’ kardeşleri şefkatli olmak; ömrü hoşluk (mutluluk) içinde geçmek; münasip (güzel) bir makamda bulunmak.

    Ve Ebu Ali Sina der ki; ‘

    Dört şey, insanı velayete (evliyalığa) eriştirir:

    Birincisi, sık saklamak; ikincisi, malını Hak yolunda harcamak; üçüncüsü, sözünde durmak; dördüncüsü, kulluğunun gereğini (ibadetini) yapmak.

    Ve de Hallac-ı Mansur der ki;’

    Hakkı bilmeğe dört nesne sebep olur:

    Birincisi, açlık; ikincisi, halvette (yalnız olarak bir köşeye çekilip ibadet etmek, Hak ile gizli konuşmada) bulunmak; üçüncüsü, uykusuzluk; dördüncüsü, az konuşmak.

    Ve İbrahim Ethem Hazretleri buyurur ki;

    Dört yerde, dört uzvu korumak gerektir:

    Birincisi, büyükler katında elini; ikincisi, bilginler katında dilini; üçüncüsü, namahremler katında gözünü; dördüncüsü, veliler (Tanrı dostu erenler) katında gönlünü.

    Ve Nuh Peygamber hazretleri buyurur ki;

    Dört nesne vardır ki, her kim Adet edinse azaba düşer:

    Birincisi, haset; ikincisi, büyüklenmek; üçüncüsü, hırs; dördüncüsü, cimrilik.

    Ve Battal Gazi der ki; Dört nesnenin sonu yaramazdır:

    Birincisi, bir padişah ki adaletli davranmaya; ikincisi, bir dost bir dostundan incine; üçüncüsü, bir yaramaz kişi ile musahip oluna; dördüncüsü, seviyorum diyenlerin sevgisine güvene.

    16.yy.da Safaviler adıyla bir Türk Kızılbaş devleti kuran Şah Safi’nin torunu Şah İsmail (Şah Hatayı) Erdebil Tekkesi’nin doruk noktasıdır. Şimdi onun şiirlerinden seçmeleri okuyarak Erdebil Tekkesi hakkında bir yargıya varalım.

    Notlar:

    1 Gölpınarlı, Abdulbaki, Şiiİik, Ayasofya, No: 2123, 14 b-1 5 a, MUALLİM, 0 det,No: 1,s.46

    2 YÖRÜKHAN. Prof. Dr. Yusuf Ziya, Bir Fetva Münasebetiyle Fetva Müessesesi

    * YAMAN, Mehmet; Erdebil  Şeyh Safi ve Buyruğu adlı yapıtından

    Devamı..
  • Şeyh Safi - (Alevi Önderi, Alevi Önderleri)

    Alevi tarihinin en çok tartışılan önderlerinden biri olan Şeyh Safi’nin hangi etnik kökenden olduğu önemli değildir. Bizce önemli olan, Şeyh Safi’nin Safevi Devleti’ni kuran Erdebil dergâhının kurucusu olmasıdır. Şeyh Safi 1252 yılında Erdebil’de doğmuştur. Şeyh Safi, çocukluğundan itibaren dine ilgi duymuştu. Ama Erdebil’de kendisine hitap edecek bir mürşit bulamadı. Bunun üzerine zamanın önemli merkezlerinden olan Şiraz’a gitti.



    Şeyh Safi Türbesi



    Şiraz’da da aradığını bulamayan Şeyh Safi, Hazar Denizi civarında oturan Şeyh Zahid’in yanına gitti. Burada uzun bir dönem kalarak, Şeyh Zahid’ten eğitim aldı. Kısa bir sürede olayları kavrayışı, yorumlama kabiliyeti, keskin zekâsı ile mürşidinin en önemli öğrencisi oldu. Şeyh’in kızıyla evlenen ve Şeyh Zahid’in hakka yürümesinden sonra onun postuna oturan Şeyh Safi’nin ünü, müridlerinin çoğalmaya başlamasıyla dört bir yana yayılmaya başladı.

    Şeyh Safi, yaşamını insanları aydınlatmak ile geçirdi. Yüzlerce insanı eğitti. 1335 yılında Erdebil’de hakka yürüdü.

    Bilinmesi gerekenler; Şeyh Safi’nin önemli bir Alevi merkezi Erdebil dergâhının kurucusu olduğudur. Bazıları, Şeyh Safi’nin etnik kimliğini hatta inanç kimliğini kendi dar düşüncelerine hizmet maksadıyla tahrif etmeye çalışıyorlar. Şeyh Safi ve benzer önderler salt bir ırka, inanca değil, bütün insanlığa hizmet etmişlerdir. Bu anlamıyla da bütün insanların değerleridirler. Tabi bu yol erenlerinin Alevi olması bizler için sevinç ve sorumluluk demektir.

    Devamı..
  • KAYGUSUZ ABDAL YAŞAMI HAKKINDA - (Alevi Önderi, Alevi Önderleri)

    Kaygusuz Abdal , XV. yüzyıl şairlerindendir. Yaşamı üzerine bilinenler, onun adına yazılmış bir Vilayetname’ye (Menakıb-ı Baba Kaygusuz), kendi şiirlerine dayanıyor.

    Doğum ve ölüm tarihi kesin olmamakla birlikte 1341-1444 yılları arasında yaşadığı üstünde birleşilmektedir.







    Menkıbeye göre, asıl adı Gaybî  olup Alâiye (Alanya) beyinin (Hüsâmüddin Mahmud) oğluymuş. Bir gün ava çıkmış ve bir geyiğe rastlamış. Attığı ok geyiğin koltuğuna saplanınca geyik kaçmış, o kovalamış. Abdal Musa’nın tekkesine varmışlar, geyik içeri dalmış. Gaybî de peşinden. Giriş o giriş. Abdal Musa’nın dervişi olmuş ve kırk yıl ona hizmet etmiş. Sonra da şeyhinin buyruğuyla Mısır’a giderek oradaki tekkeyi kurmuş. Şiirlerinde de Abdal Musa’ya bağlı olduğunu, şeyhinin tekkesinin Elmalı’da bulunduğunu söylemektedir. Yine kendisi Hicri 800’de (1397/98) doğduğunu belirtiyor. Bu onun Mısır’a gittiği tarih olsa gerektir. Nitekim, Kahire’de Mısır sultanı ile görüştüğü Mukattam dağındaki tekkesini 1404/1405 tarihlerinde yaptırdığı, daha sonra Hicaz’a gittiği, Bağdat, Kerbela, Musul yörelerini dolaştığı ve tekrar Elmalı’ya geldiği biliniyor. Elmalı’da çok kalmamış, Mısır’a dönerek yaşamını tekkesinde sürdürmüştür. Öldüğü yıl bilinmemekle birlikte 1424’ten sonra öldüğü sanılıyor. Kahire’deki tekkesinin yanında bulunan bir mağaraya gömülmüş. Bu nedenle Abdullah El Magarevî adıyla anıldığı söylenmektedir. Tekkesi, Bektaşilerce, Hacı Bektaş, Necef ve Kerbela tekkelerinden sonra dördüncü makam sayılmaktadır. Bektaşi meydanındaki on iki posttan biri de Kaygusuz’a aittir. Yalnız onun Bektaşilerce böylesine benimsenmesine karşın yaşadığı çağda bir Bektaşi dedesi olmadığı, Kalenderi olduğu belirtilmelidir. Onu, “bir Rum abdalı, yani Kalenderi şeyhi olarak” değerlendirmek gerekir. (Ahmet Yaşar Ocak)

    Kaygusuz Abdal bir görüşe göre Mısır’da ölmüş, Mukattam dağı’nda bir mağaraya gömülmüştür. Bir başka görüş, Kaygusuz’un mezarının Elmalı’nın Tekke Köyü’ndeki Abdal Musa Türbesi’nde olduğudur. Bu türbede, şeyhi, şeyhinin annesi, kızkardeşi ve üç dervişle birlikte yatmaktadır.

    Kaygusuz Abdal aruz ve heceyle şiirler yazmış, kaynağını sözlü anlatımdan alan,yalın bir dile, kendine özgü bir söyleyişe yaslanan düzyazı örnekleri vermiştir. Ama asıl önemi halk şiiri geleneği içinde, halkın diliyle yazdığı nefeslerde görülür. “Gerçekten de coşkun, coşkun olduğu kadar yaşayışa bağlı, yoksulluk çeken bir insandır; kendinin ve halkın ruhsal durumlarını alaylı bir tarzda inceleyen, dile getiren bir ozandır. (…) Derli toplu, düzenli şiir söylerken bile birdenbire sözleri bir tekerleme haline girer. Birçok şiirlerinde tatmin edilmeyen isteklerin özlemi, bilinçaltı izlenimlerin söze gelişi, özlü bir yaşayış ve dilenen mutluluk özlemi göze çarpar; bazı kere de gerçeküstü bir şiir meydana çıkar. Bu bakımdan,Yunus tarzını ve edasını benimseyen ve Alevi-Bektaşi halk edebiyanını kurucusu sıfatını vermekten hiç çekinmeyeceğimiz Kaygusuz Abdal, tamamiyle özgün bir ozandır” (Abdülbaki Gölpınarlı)

    * * *

    Bektaşi geleneğine göre Kaygusuz Abdal, Teke Beyi’ne bağlı  Alaiye (Alanya) Sancağı Beyi’nin oğludur ve ismi Gaybî’dir.

    Gaybî bir gün yaraladığı bir geyiğin arkasını kovalarken Elmalı kasabasında Abdal Musa dergahına varmış, kendisini önleyen dervişlerden yaralı geyiği istemiş, böyle bir av gelmediğini söyleyen dervişlerle çekişmeye başlamış, araya giren Abdal Musa:

    -Oğul attığın ok bu mudur?

    diye koltuğunun altında vücuduna saplı duran oku göstermiş. Geyiğe atılan oku Abdal Musa’nın koltuğunda görerek şaşıran on sekiz yaşındaki Gaybî böylece Abdal Musa’nı dergahına kul olmak  şeyhe mürid olmak istemiş. Şeyh ona mücerredlik yolunun zorluklarını anlatmış:

    • “Bey oğlu derviş olmak dilersin demek. Dinle öyleyse.
    • Dervişin ilk harfi d (dal) dir. “Dünyayı terk” demektir.
    • Dervişin ikinci harfi r (re) dir. “Riyayı terk” demektir.

      Dervişin üçüncü harfi v (vav) dir. “Varlığını terk” demektir.

      Dervişin dördüncü harfi y harfidir. “Yalanı terk” demektir.

      Dervişin beşinci harf ş harfidir. “Şehveti terk” demektir.

      Sen bütün bunları yapabilecek misin? Böyle yaşabilecek misin?

      Git, babana da sor, razı gelir mi?”

    Sonunda Gaybî’nin ısrarı üzerine onu tarikat usulünce tıraş ettiler, taç ve hırka giydirdiler, beline kemer bağladılar. Bu olayı işiten babası, çok üzüldü; genç oğlunun bu mücerredler dergahına girmesi, onuruna dokunmuştu. Hemen Teke Beyi’ne giderek, oğlunu Abdal Musa’nın elinden kurtarmasını rica etti. Teke Beyi, Kılagı’lı İsa adlı birini göndererek Şeyhi alıp getirmesini emretti; fakat, Şeyhin kerameti eseri olarak, attan inerken ayağı özengiye takıldı; ürküp kaçan at üzerinde sürüklenerek parça parça oldu. Hiddetlenen Teke Beyi’i, Şeyh’in üzerine asker gönderdi; onu tutup yakmak için ateşler yaktırdı. Olup biteni keşfeden Abdal Musa dört-beşyüz kadar müridiyle birlikte sema ederek ateşi söndürdüler. Sonra geri dönüp tekkeye gelirlerken, dağdan kara bir canavar indi. Abdal Musa: “işte Teke Beyi’nin ruhu” dedi. Tekkeye odun getiren bir derviş baltasıyla vurup canavarı öldürdü. Bu sırada Teke Beyi de ölmüş, askerleri dağılmıştı. Bunu gören Alaiye Beyi, Musa’nın hak erenler’den olduğunu anladı; maiyetindeki üçyüz adamla gelip Şeyhin elini öptü; oğlunun kalmasına razı oldu. Gaybî bu suretle kırk sene tekkede hizmet etti; Şeyh ona Gaybî, kaygudan reha buldun (kurtuldun); şimdiden sonra Kaygusuz ol!” diyerek Kaygusuz lakabını verdi.   Nihayet Hacca niyet etti. Abdal Musa ona bir icazetname yazıp verdi. Kaygusuz kağıdı saklayacak uygun bir yer bulamayarak kalbinde saklamak üzere, onu, içtiği ayranına doğradı ve yedi. İşte, bundan sonra, kalbinden hikmetler (safiyane şiirler) söylemeye başladı. Nihayet, Şeyh onun yanına kırk derviş verdi. Hacca niyet eden Kaygusuz, dervişleriyle beraber uzun bir seyahatten sonra Mısır’a geldi. Meğer Mısır Padişahı’nın bir gözü kör imiş. Bunu gören Kaygusuz, hemen gözünün birine pamuk yapıştırdı, dervişleri de öyle yaptılar. Dimyat’tan gemiye binip Nil yoluyla Bulak iskelesine geldiler. Mısır Padişahı’nın Hacib’i burada onlara rasgeldi, Kaygusuz’a sorduğu suallere aldığı cevaplar hoşuna gitti. Ve padişaha bunların halini anlattı. Padişah bunları imtihan etmek istedi. Dervişleri ziyafeti çağırdı. Sofraya da sapı üçer karıştan uzun kaşıklar koydurdu. Sofraya ilk önce Mısır’ın zahid ve abidleri, beyleri davet edildi. Kaşıkları görünce şaşırıp kaldılar, bir şey yiyemediler. Nihayet bizim dervişler oturdular. Herkes kendi kaşığıyla karşısındakine yemek verdi. Padişah bunların arif adamlar olduğunu anladı. Kaygusuz, Padişah’ın bir gözü görmediği için kendilerinin de gözlerinden birine pamuk yapıştırdıklarını söyledi. Bundan pek etkilenen Padişah, pamukları çıkartmalarını emretti. Bunun üzerine Kaygusuz dua etti; hazır olanlar ellerini gözlerine sürüp “amin” dediler; dervişlerle birlikte Padişah’ın da gözleri açıldı. Şeyh’in bu kerametini gören padişah, hemen tahttan inip Kaygusuz’un ellerini öptü, mürid oldu.

    YAPITLARI

    Manzum

    Divan (Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Kitapları Manzum No: 797)

    Gülistan (Ankara Genel Kitaplık No: 167)

    Mesnevi-i Baba Kaygusuz (Süleymaniye Kütüphanesi, Haşim Paşa Bölümü No: 19)

    Düzyazı

    Budalanâme (Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Kitapları   No: 909)

    Kitab-ı Miglâte (Süleymaniye Kütüphanesi, Düğümlü Baba Bölümü No: 41162)

    Vücudnâme (İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Türkçe Yazmalar No: 6817)

    Risale-i Kaygusuz Abdal (Atatürk İstanbul Belediye Kütüphanesi, Osman Ergin Bölümü No:1102)

    ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

    BEN BU AŞKA DÜŞELİ*    

    Ben bu aşka düşeli bu sakalı kırkarım

    Dost ile bilişeli bu sakalı kırkarım

     Ben kırkarım o biter çimende bülbül öter

     Usta berber der yeter bu sakalı kırkarım

    Aşka olup mülâzim bilindi cümle râzım

    Gayrı sakal ne lâzım bu sakalı kırkarım

     Ben çalarım tanbura giyinirim tennûre

     Hak çerağın uyara bu sakalı sırkarım

    Var mı bunda bir hatam gayrı gönülden atam

    Çok mu gelir bir tutam bu sakalı kırkarım

     Ben gezerim yazıda kuvvetim var bâzûda

     Ne işim var kazıda** bu sakalı kırkarım **kadı

    Kaba sakal istemem hep kesilse gam yemem

    Hiç kısa uzun demem bu sakalı kırkarım

     Sakalımla başımı bıyığımla kaşımı

     Hak onara işimi bu sakalı kırkarım

    Kaygusuz Abdal menem fartı furtu bilmezem

    Bir tüyünü koymazam bu sakalı kırkarım

    BENK İLE SEYRETMEYE AH

    Benk ile seyretmeye ah bize bir bağ olsa

    Issı soğuk olmasa havası hub sağ olsa

     Pireden incinmesek kar ve yağmur olmasa

     Sinek hey vızlamasa ona hem yasağ olsa

    Dobruca Ovasından büyük yağlı çörekler

    Akkermanın yağından benzimiz hey ağ olsa

     Cümle cihan koyunun semiz yahni etseler

     Biz yemeğe başlasak engeller ırağ olsa

    Gaziler helvasından cihan dop dolu olsa

    Zülbiye halkasiyle simidi hem çoğ olsa

     Düp düz bu yaş ovalar her birisi boş durmasa

     Sulu şeftalisi çok bin üzümlü bağ olsa

    Kande birg öl var ise badem palüze olup

    Bir yanından diş vursak çevresi bal yağ olsa

     Kaygusuz Abdal otur kimin ye kimin götür

     Sofuya kozkalmadı abdala kaymağ olsa

    BU ÂDEM DEDİKLERİ

    Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil

    Âdem mânâya derler surat ile kaş değil

     Gerçi et ve deridir cümlenin serveridir

     Hakkın kudret sırrıdır gayre bakmak hoş değil

    Âdem mânâ-yı mutlak âdemdedir nutk-u Hak

    Âdemden gafil olma o hayal ya düş değil

     Âdem gerek su gibi arı olsa arınsa

     Âdem oldur ey hoca nefsi de serkeş değil

    Âdemdedir külli hal ilm ü hikmet güft ü kal

    Âdem katında âdem dane-i haşhaş değil

     Âdem odur ey hoca gıdası mânâ ola

     Maksud âdemden ahî çöp veya tutmuş değil

    Kendi özünü bilen maksudun bulan kişi

    Hakkı bilen doğrudur yalancı kallâş değil

    Bu Kaygusuz Abdal’a âşık demem dünyada

    Nakş u suret gözetir maksudu Nakkaş değil

    CÜMLE KAPLUMBAĞALAR

    Cümle kaplumbağalar kanatlanmış uçmağa

    Kertenkele derilmiş Kırım suyun geçmeye

     Bir pire bir mud tuzu yüklenmiş gider yola

     Geh at olup yorgalar geh kuş olup uçmağa

    Bir karınca devenin tepmiş oyluğun ezmiş

    Bir budunu götürmüş dönüp ister kaçmağa

     Çekirge buğday ekmiş Manisa’nın çayında

     Sivrisinek derilmiş ırgat olup biçmeğe

    Balıkçıl köprü yapmış o çayların birinde

    Yüklü yüklü ördekler gelir andan geçmeğe

     Ergene’nin köprüsü susuzluktan kurumuş

     Edirne’nin minaresi eğilmiş su içmeğe

    Kaygusuz’un sözleri Hindistan’ın kozları

    Sen de bu yalan ile gidem dersin uçmağa

    DOST SENİN YÜZÜNDEN

    Dost senin yüzünden özge ben kıble-i can bilmezem  

    Pirin hüsnünü severim bir gayri iman bilmezem

     Bana derler ki şeyâtîn senin yolunu azdırır

     Ben bu zerrak sofulardan gayri bir şeytan bilmezem

    Sof î-i sâlûs nedendir hüsne münkir geçindiği

    Ne acep belâ gelüptür şu ki ben Hak’tan bilmezem

     İnsan-ı kâmil ki derler Mustafa’dır Murtaza’dır

     Dahi kim vardır cihanda ben gayri insan bilmezem

    O Şah-ı hüsnün aşkına özümü viran kılmışam

    Kaygusuz Abdal’dır adım cübbe ve kaftan bilmezem

    YAMRU YUMRU SÖYLERİM

    Yamru yumru söylerim her sözüm kelek gibi

    Ben avare gezerim sahrada leylek gibi

     İşim kalp sözüm yalan ben değil adım filân

     Bu halk insana derim sözümü gerçek gibi

    Aşk kuşları derilse aşktan dane verilse

    Usulüm toya benzer avazım ördek gibi

     Terk etmedim benliği bilmedim insanlığı

     Suretimi âdem velî her huyum eşek gibi

    Ârifler sohbetinde marifet söyleseler

    Ben de hemen düşünmem ürerim köpek gibi

     Gerçi Hakk’ın halkıyım marifetsiz aylakım

     Ârifler sohbetinden kaçarım ürkek gibi

    Bu marifet ilminden haberim yok cahilim

    Benden mâna sorsalar sözlerim sürçek gibi

     Âşıklar can içinde âşikâr gördü Hakk’ı

     İşitmenin mânası olmaya görmek gibi

    Miskin Sarâyî kıydın kul oldun sen nefsine

    Senin hırs u hevesin tuttu seni fak gibi

    YÜCELERDEN YÜCE

    Yücelerden yüce gördüm

    Erbabsın sen koca Tanrı

    Âlem okur kelâm ile

    Sen okursun hece Tanrı

     Garip kulun yaratmışsın

     Derde mihnete katmışsın

     Anı âleme atmışsın

     Sen çıkmışsın uca Tanrı

    Kıldan köprü yaratmışsın

    Gelsin kulum geçşin deyu

    Hele biz şöyle duralım

    Yiğit isen geç a Tanrı

     Kaygusuz Abdal Yaradan

     Gel içegör şu cur’adan

     Kaldır perdeyi aradan

     Gezelim bilece Tanrı!

    *Şiir adları kolaylık olsun diye tarafımdan konuldu (T.A.B.)

    KAYNAKLAR

    Alimcan Yağanoğlu, Dedemin Cönkünden Alevi-Bektaşi Şiirleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2002

    Alkan Erdoğan, Sayılar ve Hayvan Simgeleriyle Alevi Mitolojisi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005

    Arısoy M.Sunullah, Türk Halk Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1995

    Birdoğan Nejat, Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı İçerik-Köken , Mozaik Yayınları, İstanbul, 1995

    Boratav Pertev Naili, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 2000

    Eyuboğlu İsmet Zeki, Bütün Yönleriyle Kaygusuz Abdal, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, 1992

    Gölpınarlı Abdülbaki, Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004

    Kaleli Lütfi, Tanrı İnsan, Can Yayınları, İstanbul, 1996

    Kaygusuz İsmail, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005

    Melikoff İrene, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1998

    Oğuz Burhan, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri III, Simurg Kitapçılık, İstanbul, 1997

    Özkırımlı Atilla, Türk Edebiyatı Tarihi Cilt II (Ansiklopedik), İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004

    Yerguz İsmail, Kaygusuz Abdal Yaşamı Sanatı Yapıtları, Engin Yayıncılık, İstanbul, 1997

    Yücebaş Hilmi, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, Kendi Yayını,  İstanbul, 1976

    Devamı..
  • Büyük Mutasavvıf, Alevi Ozanı ve Bilgesi Kaygusuz Abdal Sultan - (Alevi Önderi, Alevi Önderleri)

    Büyük Mutasavvıf, Alevi Ozanı ve Bilgesi Kaygusuz Abdal Sultan

    “Ademoğlu yerde ve gökte var olan cümle eşyanın en güzidesidir”

    Kaygusuz Abdal

    1. Kaygusuz Abdal’a Yeni Ad Bulma (ve Sünnileştirme) Çabaları


    Alevi-Bektaşi sözlü ve yazılı geleneğinde Kaygusuz Abdal’dan çoğunlukla “Kaygusuz Sultan”, “Baba Kaygusuz”, “Kaygusuz Baba”, “Kaygusuz Sultan Abdal” diye söz edilmektedir. Kendisi şiirleri ve düz yazılarında en çok “Kaygusuz ve Kaygusuz Abdal”ı kullanmıştır. Ayrıca birkaç şiirinde tasavvufi anlamda “kul ve miskin” sıfatlarıyla “Kul Kaygusuz, Miskin Kaygusuz, Miskin Sarayi” adlarını görmekteyiz. Kaygusuz Abdal’ın asıl adının Alaaddin Gaybi olduğu sonucuna varılıp, söz konusu tartışma noktalanmış görünüyor. Kaygusuz’un yapıtlarıyla akademik dereceler elde etmiş Türk-İslam sentezcisi Abdurrahman Güzel, bu ismin babalığını yaptığı gibi, Kaygusuz’u Hanefi inancı dairesinde Sünnileştirmekten de geri kalmamıştır. Sen insanı sorarsan / Hak’tan ayrı değildir / Sıfatı zat-ı mutlak / Hırkası çar pareden” diyen Kaygusuz Abdal’a yeni ad koyma ve Sünnileştirme gibi bilinçli çabalar boşunadır. Hangi gerekçeyle yaklaşılırsa yaklaşılsın, tarihsel gerçekler değiştirilemez; sadece çarpıtılmış olur. Şimdi Kaygusuz Abdal’ın, önemsemediği için iki kere kullandığı tartışmalı göbek adı (!) üzerinde duralım; yani “Dolapname” ve “Hünername” adlı kasidelerinden bazı beyitler geçerek, Alaaddin Gaybi uydurma adını açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

    Dolapname’den:

    “...

    Baka yurdı degüldür ki bakasun

    Fena ehli tıtar bunda otağı

    • Bu dünya bir büyut’l - ankebut’tdur (=örümcek evleri)
    • Pes ol oldı negeslerin duzağı
    • Alai Gaybi bunda tekye kılan
    • Hak’un fazlı durur ancak tayağı
    • Sabır seccadesin altına almış
    • Tevekkülde kuşanmışdur kuşağı
    • Sözini Kaygusuz arife söyle

    Ne bilsün şekkeri tana buzağı”( 1)

    “...

    Cihanın varlığı baştanbaşa hep

    Bela yurdudürür mihnet ocağı

    • Resul buna çü beyt-ül- ankebut (akrep evi) der
    • Pes ol olur nekeslerin duzagı
    • Baka ehli fenada mülk edinmez

    Bakadır onların yeri durağı

    • Alai Gaybi bunda tekke kılmaz
    • Hak’ın fazlıdürür ancak dayagı
    • Sabır seccadesin altına salmış

    Tevekkülden kuşanmıştur kuşağı

    • Sözünü Kaygusuz arife söyle
    • Ne bilsün sükkeri dana buzagı” (2)
    • Değişik ellerden çıkan menakıbnâmelerde farklı sözcüklerle yazılmasına rağmen, su dolabının ağzıyla konuşan Kaygusuz, bu dizelerde dünyayı kötülüyor gibi görünse de, asıl bu şiiri yazdığı Şam ve Halep yöresinden söz ediyor: Büyük sıkıntıların yaşandığı, eziyetlerin çekildiği belalar yurdudur ve sineklerin tuzağı olan örümcek ağıdır buralar. Sonsuzluğa kadar yaşanacak yurt değildir ki, insan burada otağını kursun. (Hele Kaygusuz gibi enelhakçı (vahdet-i vücudcu) ve pantheist (vahdet-i mevcudcu) mutassavvıfın yaşatılacağı yer hiç değildir; aynı yıllarda derisi yüzülen Seyyid İmaddedin Nesimi’nin henüz kanı kurumamıştır Halep’te. Belli ki, Şeyh Bedreddin’den istedikleri gibi, Kaygusuz Abdal’dan da Kahire’dekine benzer bir tekke kurmasını istemişti ora halkı. Tanrı'nın keremi ona dayanak-destek olmadıkça Alai Gaybi burada tekke kurmaz. Çünkü onun altındaki sabır seccadesi, belindeki ise tevekkül kuşağıdır. Kaygusuz sen bu tatlı sözlerini anlayanlara söyle; danalar buzağılar şekerin tadından ne anlasın?

    Minbernâme'den:

    “...

    Eğer malin var ise kavm ü kardaş

    Cihan halkı seninle cümle yoldaş

    • Eğer kendü halinde bir aşıkdur
    • Ana derler ki iş sevmez ışıkdur
    • Aşık olsam adım tenbel Alayi
    • Eğer sofi isem derler mürai
    • Ha bir cenkdir biri birin beğenmez
    • Arifler Hak’dan özge nesne bilmez

    Ko sözü fariğ ol Kaygusuz Abdal

    Ki sözden açılur cümle kil ü kal”(3)

    Kaygusuz Abdal burada da toplumsal anlayış ve ilişkilerden dert yanmakta. Sonra insanların “dediklerini ve senin aşık halini kimse anlamadığına göre, konuşmaktan vazgeç; dedikodu zaten boş sözden çıkar” diyor. Sözde âşık olan iş sevmezmiş; bu yüzden kendisine de “tembel Alayi” diye çağırırlarmış.

    Bu şiirlerde geçen “Alai (Alayi)” sözcüğü sadece bir toponymon’dur (toponumon), yani Gaybi’nin (Kaygusuz Abdal’ın) nereli olduğunu göstermektedir. “Alai (Alayi)” sözcüğünü, “Alaeddin” adının, “Seyfi, Bedri, Şemsi vb.” gibi, kısaltılmış biçimi olarak tanımlamak bir zorlamadır. Bize göre Rıza Nur’un “Alaylı Gaybi” tanımlaması doğrudur. Buradaki “Alai (Alayi)”, tıpkı “Rumi (Rumlu), Şami (Şamlı), Sarayi (Saraylı), Ahlati (Ahlatlı)” gibi, “Alaylı, yani Alaiyyeli” anlamındadır. Şehabeddin Ömeri, “Mesaliku’l-Ebsar” adlı yapıtında 14. yüzyılda, “Ermenek memleketinin deniz kıyısında Alaiyye şehri vardır ki, halk arasında “Alay” veya “Alaya” diye bilinmektedir” diye yazıyor(4) Kaygusuz Abdal da Alaiyye yerine kullanılan “Alay” adından “Alai-Alayi” (Alaylı) sıfatını üretmiş ve konuştuğu Türk dilinin kuralını uygulayarak isimden önce yazmıştır. Kaygusuz’un bazan aynı anlama gelen Arapça ve Farsça sözcükleri Türkçesiyle bir arada ve çok kere de onları ana dilinin kurallarına göre kullanmış olduğu bilinir.

    Kaygusuz Abdal, Abdal Musa Sultan’ın huzurunda özünü dar’a çekip ikrar verdikten sonra, yola girerken ikinci kez dünyaya gelmiş sayıldığı için, aldığı (Kaygusuz Abdal) yeni adıyla, biyolojik doğumunda verilen adı üstünden atmış. Bir daha onu kullanmamıştır. Bir mesnevisinde, “Abdal Musa’ya kul oldı candan / Çekti elini iki cihandan” diyerek bunu açıklamıştır.

    Alevi-Bektaşilikte Muhammed-Ali yoluna girmek “yeniden doğmak ya da ikinci kez doğuşa ermek” sayılıyor. Yolun ilkelerini ve yükümlülüklerini kavrayacak yaşa gelmiş evli ya da bekar adaylar ikrar vererek, “yol oğlu, yol evladı” olurlar. Edip Harabi bir nefesinde, sıkışıp kaldığı şeriat dar boğazından, ikrar verip yola girdiği 17 yaşında ikinci kez doğuşa ererek, kurtuluş imkânı bulduğunu söylüyor:

    “Berzahtan kurtulup çıktım aradan

    Onyedi yaşında doğdum anadan

    Muhammed Ali Hilmi Dedebaba'dan

    Çok şükür hamdolsun geldim imkane”

    Bu kavramın Heterodoks İslamda (Alevilikte) ilk ortaya çıkışı proto-İsmaililere dayanmaktadır. 879 yılında Güney Arabistan'a gönderilmiş ilk İsmaili Dai'si Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab al-alim wa’l- Ghulam (Bilgin ve Öğrencisinin el kitabı)” adı altında yazdığı, İsmaililik inancına girişin ilkelerini belirleyen yapıtta bu yola girişi, yeni bir isimle, “ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımlandığını görüyoruz. Aynı inancın mensubu olan Kaygusuz Abdal bu süreçten geçmiş; nasıl ki Harabi “onyedi yaşında, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba”dan doğmuşsa, o da aynı yaşlarda yola girerek Abdal Musa Sultan’dan ikinci doğuşunu yaşamış ve “yol oğlu” olmuştur.

    Alaiye sancak beyinin oğlu Gaybi’nin “Kaygusuz” adını alması Menakıbnâme’de şöyle anlatılıyor:

    “Gaybi, bundan sonra beğzadeliği tamamen terk ve maddi hayatın alayişinden (gösterişinden) feragatla, dervişliği ihtiyar etmiş, zahir (dış) alemin kayıt ve alaikinden (ilgilerinden) nefsini tecrid etmiştir. Bundan sonra Abdal Musa Sultan, sünnet nazarıyla Gaybi’nin yüzüne baktı ve: ‘Gaybi, kaygudan reha buldun (kurtuldun), şimdiden sonra Kaygusuz oldun’ dedi. Gaybi yüzünü yere koyup meskenet (miskinlik) gösterdi. Sultan bu sözleriyle Beğzade’nin ismini ‘Kaygusuz’ diye söyledi. Bundan itibaren Gaybi Beğ’in adı ‘Kaygusuz’ oldu.”(5)

    Menakıbnâme’de

    “...ehl-i tarik içinde ma’ruf ve meşhur Dilguşa (gönüle ferahlık verici, içaçıcı) sahibi Kaygusuz Baba Sultan k.s. Alaiye Sancağı Begi’nin oğlu idi. Adına Gaybi derlerdi”

    biçiminde bir girişten sonra genç Kaygusuz Abdal şöyle tanımlanmaktadır:

    “(Gaybi Beg) gayet akil, arif, amil (iş yapan, uygulayıcı), kamil ve tüvane (divane) idi. Onsekiz yaşında onunla kimse mukabele durup (karşı karşıya gelip) bahs idemezlerdi (yarışamazlardı). Zira çok kitablar okımışdı, ulumı bi’t-tamam (ilimleri noksansız) bilürdi hem ziyade pehlevan idi, zor-i bazuya malik, at üzerinde, silahşorlukta, ok atmakda ve kılıç çalmada ve gürz salmakda ve sünü oynatmakda hünermend (yetenekli) idi. Bu gibi işlerde nazi ri (benzeri) yog idi...

    'Görünmezlik, gizem dünyasına mensup, nesnelliğin ötesindeki yoklukta bir varlık' gibi birçok anlamlar içeren “gaybi” sözcüğü dahi bizce, Kaygusuz Abdal’ın bu bağlamda kendisine yakıştırdığı, ya da Abdal Musa tekkesine ilk geldiğinde, -gaybdan gelmiş gaybe giden gibi- ona yakıştırılan, kendini (büyüklüğünü) küçümseyen kalenderice bir sıfattır, yani Varlığı yokluğu belirsiz Alaiyeli.

    Bize göre Kaygusuz Abdal’ın, bir sancak beyinin oğlu olarak asıl adı, ne “Alaiyeli Gaybi” ne de hiçbir gerçekliğe dayanmayan “Alaeddin Gaybi” olabilir. Ayrıca Nusayri Alevilerin bir koluna Gaybiler adı verilmektedir. Böyle bir ilişkiyi de belki gözden kaçırmamak gerekir. Gaybiler Tanrı'nın, Ali ile görünüm alanına çıktığı, sonra da gözden kaybolduğuna inanırlar. Şimdiki zaman ise gayb (görünmez) dönemidir. Böylece onlar Tanrı'yı (Ali), görünmezliğinden dolayı, diğerlerinde olduğu gibi gökyüzü ile, havayla aynılaştırmaktadırlar.

    2. Kaygusuz Abdal Menakıbnâmesi ve Tarihsel Gerçekler

    Menakıbnâme yazarı, bir halk roman yazarı gibi, Kaygusuz Abdal’ın yaşam öyküsünü kendi anlayışı ve zamanın istekleri doğrultusunda anlatmış görünüyor. Bu kişi çok büyük olasılıkla Mısır’da eğitim görmüş biridir. Kaygusuz’un yapıtlarını okumuş ve onları kullanarak, yani şiir ve düzyazılarından yararlanıp ve sadece Mısır ve Pamphylia (Alanya ve Antalya çevresi) bölgesinden derlediği bazı duyumlarını katarak yarattığı mizansen içine yerleştirmiş görünüyor. Abdurrahman Güzel’in doğruluğundan – sözde Bektaşi geleneğinin ve bugüne değin yapılan araştırmalarda kabul gördüğü için- kuşku duymadığı ve kendisinde bulunan elyazması Menakıbnâme tam da kendi anlayışına uygun. Yazarın, Kasrü’l Ayn’ın köşk ve sarayının kubbesine Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) sapladığı okları gördüğünü söylemesi(6)  Menakıbnâme’nin 1517’den sonra, yani Yavuz döneminde yazıldığını gösteriyor. Ayrıca Abdal Musa Vilayetnâmesi’nde de benzer biçimde anlatılan, Kaygusuz Abdal’ın Abdal Musa’ya bağlanması, avlamak için peşine düştüğü geyiğin tekkesine girmesi ve onunla bütünleşmesi, yani geyiğin Abdal Musa’nın vücudunda kaybolması kerametiyle gerçekleşir. Kovaladığı geyiğin kendisi (içinde) olduğunu, attığı oku vücudundan çıkarıp ona göstererek kanıtlar Abdal Musa. Abdal Musa’nın kerameti ve Alaiyeli Gaybi’nin kişiliğini sarsarak etkileyen bu doğaüstü olay, Kaygusuz Abdal’ın, Mısır’da yazmış olduğu anlaşılan Kitab-ı Miglate (ya da Mugalata) yapıtında geçen bir tasavvufi öykünün tersine çarptırılarak, sahibine çevrilmesinden başka birşey değildir. Kaygusuz Abdal bu kitabında düşlere dalarak, çöllerde gezi yapan ve şeytanla tam dokuz kavgaya girişmiş ve sonunda onu alt etmiş derviş kılığındaki serüvenlerini anlatır. Adem’den başlayarak tüm peygamberlerle ve Ali ile sohbet eder. Kitabın sonlarına doğru, Süleyman Peygamberin kovaladığı av olan bir geyik, gelip kendisinde kaybolur (..ol benim gölgeme geldi, na-bedid (görünmez), na-peyda oldu (ortadan kayboldu). Süleyman geyiği ister, kavgaya tutuşurlar ve Muhammed yetişerek Derviş’i kurtarır. Burada Kaygusuz’un “yerde gökte herneki var insanda mevcuttur (vahdet-i mevcud= pantheism)” inancı sözkonusudur. Bu geyik öyküsü bir keramet olarak, Menakıbnâme’yi ilk yazan kişi tarafından ona uyarlanmış ve aynısıyla Abdal Musa Vilayetnâmesi’ne geçirilmiştir. Bu karşılaşma da keramet biçimine dönüşerek Menakıbnâme’ye girmiştir. Kaygusuz aynı kitabın sonunda (konuyla ilgisi olmaması gerektiği halde, olasıdırki kitabı kendisine sunduğu için) Mısır Sultanı’nın Divan toplantısında bulur kendisini. Bu sonuncu rüyasında Sultan’a (Büyük olasılıkla bu 1382-1399 yılları arasındaki Mısır Sultanı Melikü’z-Zahir Seyfeddin Berkuk’tur) övücü şiirler okur.

    Bizim anlayamadığımız, bilimsel araştırma ve inceleme yaptıkları iddiasında olanların bunların farkına varmayıp, ya da görmek istemeyip Menakıbnâme’deki kerametleri Kaygusuz’un ve Abdal Musa’nın nesnel yaşamlarıymış gibi sunmalarıdır: Sancak beyinin onsekiz yaşlarındaki oğlu ava çıkmış ve bir geyik vurmuş. Yaralı geyik Abdal Musa tekkesine sığınmış. İçeri girdiğinde onu Abdal Musa’nın huzuruna çıkarmışlar. O da koltuğunun altından kanlı okunu çıkarıp ona geri vermiş. Böylelikle Gaybi’nin aklı başından gitmiş ve Abdal Musa’ya candan bağlanmış ve varlıklı saray yaşamını terketmiş.(7) Oysa Kaygusuz Abdal’ın diğer yapıtları da dikkatli okunduğunda, Menakıbnâme’ye geçirilmiş daha birçok şeyler gözlenebilecektir.

    Alevi-Kızılbaşların şiddetle koğuşturulduğu dönemde kaleme alınmış Menakıbnâme’ye, günün siyasetine uygun olan mücerredlik kavramı sokulmuştur: Abdal Musa’nın geyik donuna girme kerametini görmüş olan Alaiye beyinin genç oğlu şöyle söyler:

    “Sultanım! Bendenüzi hizmetünüze layık görüp, oğulluğa kabul eyleyün. Allah’un kudretiyle hizmetünüzi idelüm.”

    Abdal Musa Sultan şu karşılığı verir:

    “ Oğlum! Bu erenler yoluna gitmeklige mutlak mücerrredlik gerekdür. Sonunı düşünmeyüp sonra peşiman olmakdan tek durmak yegdür... Senün pederün bir (Sancak Begi)dür. O sana riyazatı çekmege rıza virmez. Var imdi pederünden icazet al, ondan sonra bizüm katumıza gel. Gönlüne de danış ki, sonra peşiman olmayasın...”

    Beg oğlu kararını verir:

    “Sultanım! Benim pederüm sizsünüz...ben gayri bir yere gitmem ve bu asitaneyi (eşiğini) terk itmem. Gelmek var, dönmek yok.”

    Arapça mücerred sözcüğü, “soyut, yalın, çıplak” anlamlarının dışında “tek, yalnız ve bekar” karşılığında da kullanılır. Burada sözkonusu olan ikinci anlam kümesidir, yani bekar kalma zorunluğu, evlenme yasağına uymaktır mücerredlik.

    Alevi-Bektaşi inancında böyle bir kural yoktur. Zorla ve kasıtlı sokulmuştur. Hıristiyan mistisizminde, özellikle manastır keşişleri arasında bu uygulamalar vardır. Ama asıl Hıristiyan heterodoksizmi sayılan ve hérésie (sapkınlık) olarak Avrupa’da Ortaçağ boyunca kırımcıl koğuşturmalara uğramış Bogomilizm-Katharizm (Neo-manicheism) inancının sayıları pek fazla olmayan “Mükemmeller-Kamil insanlar” üst grubunu oluşturan kesimde evlilik yasağı vardı, ayrıca onlar tüm dünya zevklerinden uzaktılar. Kızılbaş Safevi Devleti’ne karşı bir savunma ve korunma adına, Sultan Bayezid II’nin (1480-1512) başlattığı Aleviliği ve Bektaşiliği birbirinden ayırma siyasetinin ürünüdür mücerredlik.

    15. yüzyılın son on yılı içinde yazıldığı bilinen Hacı Bektaş Veli Vilayetnâmesi’nde Hünkâr’ın hiç evlenmediği ve Kadıncık Ana’dan olan çocuklarının, onun burun kanından ya da abdest suyundan olduğunu anlatan sahte kerametlerle başlatılmıştı. Amaç Alevi inanç önderlerini manastır keşişleri gibi, dünyadan ele etek çektirerek tekkelerde riyazata sokup toplumla ilişkisini kesmek ya da edilgenliğe indirgemekti. Oysa mücerretlik, Kaygusuz Abdal’ın “Budalanâme”sinde yazdığı

    “Pes imdi bir saat dana (bilen,bilgin) ve arif sohbetine girüb mest olmak, bin yıl kendü başuna ibadet ve riyazat kılmakdan yegdür”

    sözünün temsil ettiği Alevi tapınma anlayışıyla ters değil de nedir?

    Sultan Bayezid II’nin (1481-1512) Balım Sultan ile başlayan ilişkiyle Bektaşiliği, Alevilikle (o dönemde aşağılayıcı anlamda kullandıkları resmi adı Kızılbaşlıkla) karşı karşıya getirme siyasetine dönüştü. Bu siyaset hep sürdürüldü. Cumhuriyet Türkiyesinin yazar ve araştırmacıları bile, anlatılanları hiç sorgulamadan Abdal Musa tekkesinde mücerredlik uygulandığında ısrarlı oldular. Kaygusuz tekkesi Kasr’u-l Ayn’ın kubbesini hangi duygularla okladığı pekala hissedilen Yavuz Sultan’ın saltanat yıllarında yazılmış Kaygusuz Abdal Menakıbnâme’sinde anlatılan sözde mücerredlikten oğlunu kurtarmak için Alaiye beyinin Abdal Musa tekkesine karşı savaş açması inanılır olaylar mı? Üstelik bu sancak beyi, tek başına tekkedeki oğlunu kurtaramamış (!), Teke sancağı beyini de savaşa sokuyor...

    Ne tekkedeki dervişlerin ve ne de Kaygusuz Abdal’ın mücerredlikle ilgisi, ilişkisi yoktur. Kaygusuz şiirlerinde tam tersine, kadın ve cinsellik konularını çokca işlemiştir. Kötü evlilikler ve ilişkiler geçirdiği, hatta âşık olduğu için her sabah önüne çıktığı kadının kendisini nasıl küçümsediği şiirlerinde açıkça görülmektedir.

    Menakıbnâme yazarı, daha önce söylediğimiz gibi Kaygusuz’un yapıtlarını çok iyi incelemiş. Onlarda geçen bazı olayları yazdığı kitaba uyarlamış. Kaygusuz Abdal’ın, şiirlerinden Gevhernâme’yi Muhammed’in kabrinin başında, Dolabnâme’yi Asi nehri kıyısındaki Hama kalesine su çıkartan su dolabı için yazdığını bu şiirlerden çıkarıp, Menakıbnâme’ye koymuştur. Yukarıda söylediğimiz gibi, Menakıbnâme’deki Kaygusuz’un Mısır’dan “dervişleriyle birlikte hac niyetiyle Beytullah’a doğru yaptığı çöl yolculukları üzerindeki betimlemeleri” de Kitab-ı Miglate’deki kişinin (Derviş’in) şeytan ile yaptığı düşsel kavgalar(8) sırasındaki çöl (Heyhat Sahrası) yolculuklarından alınmadır.

    “Menakıbnâme’ye göre Kaygusuz Abdal ve dervişleri, Mekke’de şu güzergâhı takip ederek Anadolu’ya gelirler: Medine- Şam – Hama – Humus – Halep – Kilis – Birecik – Bağdad – Hille – Küfe – Necef – Kerbela – Bağdad – Musul – Nusaybin – Abdal Musa Asitanesi."(9)

    Peki Kaygusuz Abdal’ın Güney ve Batı Anadolu’da, Rumeli’de ve Balkanlardaki gezilerinden niye söz etmiyor Menakıbnâme yazarı? Edemezdi, çünkü Kaygusuz Abdal Şeyh Bedreddin ile Mısır’dan aynı (1404-5) yıl ayrılmışlar birkaç yıl sonra “Edrene şehrinde” buluşacaklardır. Batı Anadolu’da, bomboş bırakılmış; beylerin işletmediği, ama köylünün ve göçerlerin yararlanamadığı, yani “kelebeklerin buğday ektiği, sivrisineklerin ırgat olup biçtiği Manisa ovasında” Torlaklarla birlikte mücadele vermiştir. Yine şiirlerinde, düzyazılarında “Hem iki yüzlü zahidlere (ibadet düşkünü), hem de kendini keramet sahibi, Hızır Nebi gören Şeyhlere” karşı olduğu onları açıkça eleştirdiğini; Trakya'daki malikâne sahiplerinin sınırsız varsıllığını, büyük şölenlerini aşağıda örneklerini sunup açıklamaya çalıştığımız ironik şiirlerinde verdiğini görüyoruz. Kuşkusuz Kaygusuz Abdal’ın yaşamında kural dışı ve Menakıbnâme yazarının inanç ve anlayışlarına aykırı, onu korkutacak çok daha fazlası vardı. Elbette bunları yazmamış ve yazamamıştır...

    3. Kaygusuz Abdal, Tasavvuf Eğitimi İçin Babası Tarafından Abdal Musa Tekkesine Verilmiştir

    Kaygusuz Abdal kendi şiirsel ve düzyazı yapıtlarında, yaşamına dair açık bilgiler vermediği için, Menakıbnâme’ye sığınmak zorunluğu doğuyor. Buna rağmen, şimdiye dek yapıldığı gibi oradaki bilgileri, yani kerametler dizisini Kaygusuz’un tarihsel yaşam gerçeği olarak kabul edemeyiz. Kerametleri aralayıp nesnel olanı bulmak zorundayız. Elbette ki biz de Menakıbnâme’den yola çıkacağız, ama yorumlarımızı diyalektik temele oturtmaya çalışacağız. Düzyazı yapıtlarındaki gizli bilgileri ve şiirlerinde gördüğümüz simgesel anlatımda, ironi ve mizahla süslediği gerçek ötesindeki nesnel doğruları yakalama çabamızı sürdüreceğiz.

    Kaygusuz Abdal’ı tasavvufa yönelten, bu yolda eğiten ve ona Heterodoks İslamın, yani Aleviliğin kapısını açan kişinin Abdal Musa Sultan olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa tekkesine okladığı bir geyiği izleyerek girip, bir daha çıkmadığı öyküsü tutarlı gözükmüyor. Keramet gösteriminin de temelini yukarıda açıklamaya çalıştık. Bize göre, Bursa’nın alınışından (1326) sonra Orhan Bey’le anlaşamıyarak Osmanoğullarını terkeden Abdal Musa Sultan, 1330’larda Elmalı’da tekkesini kurmuş. Teke yöresinde yaşayan yerleşik ve göçer Türkmenlerin Alevi inançlı ve Hacı Bektaş tekkesine bağlı oluşları nedeniyle, kısa zamanda ikinci Pir olarak Abdal Musa başkenti Antalya olan 1279’da kurulmuş Teke Beyliği ve çevresinde büyük nüfuz sahibi olmuş bulunuyordu. Hacı Bektaş Veli gibi, Baba İlyas halifelerinden olan Nuri Sufi’nin torunlarının kurduğu Karaman Beyliği Ermenek’ten yönetiliyor ve bir sancağı olan Alaiye kenti ile Akdeniz’e açılmaktaydı. Abdal Musa ve tekkesinin, Karaman ülkesinde olduğu kadar, Menteşe ve Aydınoğulları egemenlik alanlarında da etkisi büyük ve özellikle Aydınoğlu Umur Bey ile ilişkisi sıkıydı. Ayrıca adalar ve kıyılarda yaşayan yerli Hıristiyanlarla da dostluklar kurmuş, müritler edinmişti. Menakıbnâmeler ve onun yolundan giden pek çok Alevi-Bektaşi ozanlarının şiirlerinde işlediği, “dağlar, taşlar ve ağaçların semah dönerek Abdal Musa’nın ardından” gitmesi, onun dağlar, tepeler ve taşlar ağaçlar dolusu müridleri yandaşları vardır. Denizden gelen gemiler dolusu Hıristiyanları ve Umur Paşa’nın kırk bin askerini doyuracak yüksek ekonomik düzeye ulaşmıştı daha 1340’larda Abdal Musa tekkesi.(10)

    Kısacası Abdal Musa Sultan’ın, Karaman Beyliği’ne bağlı 1333’lerde ilk Alaiye sancak beyi Karaman oğlu Yusuf dahil, oğlu Alaaddin ve torunu Hüsameddin Mahmud’dan da ilgi ve saygı görmediği düşünülemez. Bu sonuncusu Kaygusuz Abdal’ın babasıydı. Hatta bu beylerin tekkeyi ziyarete geldikleri ve Abdal Musa’ya nezir (hakkullah) getirip hayır duasını almadıkları da söylenemez. Aydın ili ve Teke ilinden, İç ile (İçel) kadar uzanan birçok beyliği içine alan geniş bir bölgenin inanç önderidir Abdal Musa. Kaygusuz Abdal, bey babası maiyeti ile böyle bir ziyaret sırasında (belki de ilk sancak beyi olduğu yıl), o zamanlar seksen yaşın üzerinde bulunan ak sakallı Pir’i tanımış. Onu sevmiş, tekke yaşamına büyük merak ve ilgi duyarak, Abdal Musa’dan tekke eğitimi almayı arzulamıştır. Elmalı Abdal Musa Tekkesi çevresindeki sözlü gelenek, Kaygusuz Abdal’ın 13-14 yaşlarındayken içine Abdal Musa’nın (ona gaybdan göründüğü yada kerametiyle içine düşürdüğü) aşkının düştüğünü ve günden günden zayıflamaya başladığını anlatır. Nedenini kendisi de bilmez. Sonra bir gün babasından izin alıp, atlar atına ve dağlara çıkar. Sonra bilinen geyik avı öyküsüyle tekkede aşkıyla yandığı Abdal Musa Sultanı bulur ve onun bendesi olur...

    İşte bu buluşmanın gerçekleşmesi, yani Kaygusuz’un tekke eğitimi almaya başlaması, babası Hüsameddin Mahmud’un rızasıyla olmuştur. Doğrusu onun (Menakıbnâme’ye göre aracı koyduğu Teke Beyi’nin, Abdal Musa’nın kerametleri karşısında, ölümle biten yenilgisinden sonra) 300 kişilik maiyyetiyle birlikte tekkeye gelmiş olması, olaya verdiği önemi gösteriyor; bu bey oğlunun bir çeşit eğitime başlatma törenidir. Her ne kadar kerametiyle çeşmelerden akıttığı yağ ve bal ile beslediği gösterilmiş olsa da, Abdal Musa Sultan onları üç gün boyunca yedirip içirerek ağırlıyor. Kanımızca Sancak Beyinin buraya, bey olarak ikinci gelişidir. Menakıbnâme’de onun söylemek zorunda bırakıldığı ima edilen şu sözleri, bizce asla rızası dışında değildir:

    “Oğlum fahrin mezid olsun (övüncün artsın). Aklına fikrine kurban olayım. Bu fani dünyada akil (akıllı , zeki insan) o dur kim bir mürşid eteğine yapışa, salikler-veliler güruhuna karışa, ahırette dahi onlarla haşrola!...”

    Menakıbnâme yazarı sürdürüyor:

    “Alaiye Sancağı Beği, bu sözleri söyledikten sonra oğlu Gaybi’yi hatır u safa ve hüsn ü rıza ile Abdal Musa hazretlerine teslim edip, onun terbiyesine bıraktu... Gaybi Beğ Asitane’de kaldı....”(11)

    İşte gerçek durum budur: Alaiye Sancak beyi Hüsameddin Mahmud, bir bey oğlu olarak sarayında verilebilecek her türlü eğitimi almayı sürdüren oğlu Kaygusuz’un birkaç yıl da tekke eğitiminden geçmesi gerektiğine karar vermiş ve oğlunu 13-14 yaşlarında Abdal Musa tekkesine bırakmıştır. Tekke eğitiminden sonra da oğlunu kıyı beyliklerinin çok iyi ilişkilerinin bulunduğu Mısır’a gönderecektir. O dönemde Anadolu beyliklerinden emirlerin, vezirlerin, kadıların oğullarını Mısır’a gönderip eğitim yaptırdıkları, kentlerin büyük esnaf ve zanaatkar sınıfından gençlerin gruplar halinde Mısır’a gittiklerini biliyoruz. Bunlardan Kadı Burhaneddin’in 14 yaşlarında Mısır’a gidip (1358-9) altı-yedi yıl kalarak, “usul –i fıkıh, feraiz, tefsir, heyet ve tıp dersleri görmüş dört mezhebi vakıf olmuş, Medrese tahsili yapmıştır.”(12)

    Bilindiği gibi 1383’de 20 yaşlarında bir grup gençle Mısır’a giden Şeyh Bedreddin Mahmud, orada yirmi yıl kadar kalmış, döneminin en büyük fıkıh bilgini ve mutasavvıf olmuştur.

    Çok büyük olasılıkla 1354-55 yıllarında, Menakıbnâme’de Gaybi adıyla sunulan Alaiye Sancak Beyi’nin oğlu, yeniyetmelik döneminde Abdal Musa tekkesinde “Abdal Musa Sultan’ın terbiyesine verilir.” Beş-altı yıl (Mekakıbnâme’deki kırk yıl hizmet sadece bir geleneksek söylemdir, bunun için Abdal Musa’nın yaklaşık 140 yıl yaşamış olması gerekir!) tekkede yetiştirilen, tasavvuf eğitimi alarak Heterodoks inanç (Alevilik) yoluna girmeye hazırlanır. Cem kurulup Meydan açılır; bir ikrar verme (initiation) töreniyle, Hacı Bektaş Veli’den sonra ikinci Pir sayılan Abdal Musa Sultan’ın huzurunda 18-19 yaşlarında tasavvufi Hak yoluna (tarikata) kabul edilir. Yukarıda belirtildiği gibi salik (yola giren), ikinci doğuşuyla birlikte Kaygusuz Abdal adını almıştır.

    Abdurrahman Güzel’e bakılırsa Kaygusuz Abdal, 1341-42’yi izleyen 15-20 yıl içinde doğmuş. Dolayısıyla 1358-59 ile 1378-79 tarihleri arasında yıllarda Abdal Musa Sultan’a intisap etmiştir. Oysa Abdal Musa, özellikle ikinci tarihten en az 15-16 yıl önce ölmüş bulunuyordu. Öbür yandan Abdurrahman Güzel, Kaygusuz’un Abdal Musa’dan icazet alıp kırk abdalı ya da dervişi yanında, bir yapıtının başındaki bir tarihe (1397-98) dayanarak Mısır’a ilk kez bu yıl geldiği yargısı asla doğru olamaz. Abdurrahman Güzel’in bazan temkinli yaklaştığı , ama çoğunlukla kabul ettiği tarihlere bakıldığında Abdal Musa 130 yıldan fazla, Kaygusuz Abdal ise 100 yılı epeyce aşkın yaşam sürmüştür...

    4. Kaygusuz Abdal’ın Mısır Gezileri ve Kıyı Olayları -Eğitimi

    1359’larda Abdal Musa Sultan ömrünün son yıllarını yaşıyordu. Henüz 18-19 yaşlarındaki ve yola kabul edilmiş Kaygusuz Abdal’ın akıl, inanç ve bilgi gücünü çok iyi anlamıştır. Ona en gözde abdalı-dervişi olarak bakıyordu. Belli ki Kaygusuz’u, kendi yerine baş ardıl (halife) yetiştirmek istiyordu. Bunun için genç Kaygusuz’un zamanın tüm inanç, felsefe, mantık, hey’et (astronomi) ve diğer bilimlerini, ayrıca da Arap-Fars dillerini öğrenmesini candan arzu ediyordu. Abdal Musa ile farklı amaçlarına rağmen, Kaygusuz’un babasının da isteği zaten bu doğrultudadır. Olasıdırki Abdal Musa, ona güvendiğinden ötürü, çok iyi yetişmesi için Kaygusuz’un Mısır’a bir bey oğlu olarak gitmesine rızalık vermiştir; icazeti bu yolda değerlendirmek yerinde olur diye düşünüyoruz. Kıyı kentleriyle çok sıkı bir ticaret ağı kurmuş olan Memluk Sultanlığı'nın ticaret gemilerinden biriyle bu ilk Mısır yolculuğu olmalıdır Kaygusuz Abdal’ın. Kanımızca bu gidişinde, en fazla üç yıl kalmıştır Kaygusuz Mısır’da. Kıbrıs kralı Piérre’in donamasıyla 1361 yılında kıyı emirliklerine saldırması ve Antalya’yı ele geçirmesiyle bölgede büyük bir kriz başlamış. Abdal Musa Sultan da en geç 1362’de ölmüş olmalıdır. Kaygusuz Abdal, Asitane’ye dönüşünde Mürşidini bulamamıştır. Menakıbnâme yazarının söylediklerini aynısıyla benimseyen Abdurrahman Güzel’in, Kaygusuz’un şeyhi Abdal Musa’ya kavuşuşunun heyecanını dile getiren” diye nitelediği şiire, biz tam tersine bir çeşit övgüsel ağıt gibi bakıyoruz.

    Abdal Musa Sultan’a Urum abdallarının bağlılığını, hepsinin talibi olup kendisini Pir saydıkları; karşısında dar’a durduklarını, hatalarından arındıklarını anlatıyor şiirin başlarında. Tuğlarını ve sancaklarını kaldırmış ve kudümler çaldıran sultanlar ve Avlan gölü çevresinde toplanan beyler onun ziyaretine gelirdi. Hastalarla dolup taşardı Abdal Musa Sultan tekkesi. Hindistan’dan gelen bezirganlar tekkeye bağışta bulunur lokma sunar; bu lokmalar dağıtılır, açlar doyurulurdu. Ali’nin zülfikarı kullandığı gibi kılıç kullanan Abdal Musa, batıni inançla kafirlerin üstüne yürürdü. O yürüyünce arkasından dağı-taşı kaplamış tümen tümen erleri gelerek Genceli’yi almıştı. Matem aylarında (her Muharrem’de) Hüseyin için kanlarını dökerler; çerağlar uyandırıp, gülbenk çekerek Cemler yapar, birliğe yeterlerdi. Bu birliği sağlayan Pir, Abdal Musa Sultan idi. Onun adına Tanrı'ya niyaz ederken, inkarcıların (zahirilerin, zahitlerin-sünnilerin) velilik sırrını anlamadıklarını söyleyen Kaygusuz, artık pirinden ayrı düştüğü için ağlaya ağlaya gelir sultan Abdal Musa’ya. Ama geldiği yer Abdal Musa tekkesidir, kendisi değil. Pirine, dostuna, sevgilisine kavuşan kişi şad olur, sevinir ve coşar. İnsan sevdiklerinden ayrılırken ağlar sızlar, ama ağlayarak buluşmaya gelinmez. Onun Pirinden ebedi ayrılığıdır bu. Kaygusuz Abdal, Mısır dönüşü yolda duymuştur onun Hakk'a yürüdüğünü ve ağlaya ağlaya Abdal Musa Asitanesine gelir. Boşuna buluşma-kavuşmadan doğan sevinç ağlaması aramayalım. Bir de bu gözle okunması için şiiri verelim:

    Beglerimiz Avlan gölün üstüne

    Onlar gelür sultan Abdal Musa’ya

    Urum abdalları postın egnine

    Baglar gelür sultan Abdal Musa’ya

    Urum abdalları gelür dost diyü
    Giydükleri nemed (aba) ile post diyü
    Hastalar gelür derman isteyü
    Sağlar gelür sultan Abdal Musa’ya
    Talip oldur bi rün nefsün haklar
    Pir oldur talibi hatadan saklar

    Çalınur kudümler açılun sancaklar

    Tuğlar gelür sultan Abdal Musa’ya

    Er oglınun ikrarıdur yuları
    Muhannidi çeksen gelmez ilerü
    Ak Pınar’ın Yeşil Göl’ün suları
    Çağlar gelür sultan Abdal Musa’ya
    Hind’den bezirganlar gelür yayılur

    Lokması çekilür açlar toyulur

    Hakka aşık olan canlar soyulur

    Begler gelür sultan Abdal Musa’ya

    Ali zülfikarın aldı destine
    Batın saldı kafirlerün üstüne
    Tümen tümen olur Gencel(i) üstüne

    Daglar gelür sultan Abdal Musa’ya
    Aşure aylarında kanlar dökerler

    Çeraglar uyarub gülbenk çekerler

    Anlar bir olmuş birlüge biterler

    Birler gelür sultan Abdal Musa’ya

    Bir niyazım vardur Gani Kerim’den
    Münkir bilmez evliyanın sırrundan
    Kul Kaygusuz ayru düşmiş pirinden
    Aglar gelür sultan Abdal Musa’ya
    • Kaygusuz Abdal’ın dönüşü sırasında Antalya, Teke Beyliğinin başkenti olmaktan çıkmış, Kıbrıs Krallığının bir kentidir artık. Teke Beyi Korkuteli’ne çekilmiştir. Çevrede çok büyük inaçsal güç otoritesi bulunan Abdal Musa Sultan, Kaygusuz’un şiirinde görüldüğü gibi sıkıntılı, kavgalı dönemlerde Beylerin başvurduğu (dost) kapısıydı. Çünkü Beylerin kendi topraklarında yaşayan Türkmen toplulukların büyük çoğunluğu onun müridleriydi, Hacı Bektaş Veli’den sonra onu ulu Pir biliyorlardı. Beylerin kendi toplumunu harekete geçirebilmesi Abdal Musa Sultan’ın hayır duasına bağlıydı. Abdal Musa dünyadan göçüşüyle, Teke Beyi Mubarizuddin Mahmud, Alaiye beyi Hüsameddin Mahmud ve Karaman Oğullarına bağlı diğer sancak beyleri bu büyük dost desteğinden yoksun kalmışlardı.

    Kıbrıs kralı Piérre 1366’da bir donanma göndererek Alaiye’yi almak istemişse de Karamanoğulları’nın yardımlarıyla kendilerini savunmuşlar. Bu savunmanın ardından yedi yıl içerisinde, Alaiye beyi Hüsameddin Mahmud, Teke beyi Mübarizüddin Mahmud ve Manavgat beyi aralarında kurdukları sıkı bir işbirliğiyle, güçlerinin birleştirip 1373 yılında Antalya’yı Kıbrıs Kralından geri almışlardı. Kalkaşandi’nin kayıtlarına göre, bu yıllar arasında Alaiye beyi Mısır Sultanına yardım ya da kendisine bağlanmak (naib olmak) için mektup yazmıştır. Öyle sanıyoruz ki, Alaiye beyi mektubu oğlu Kaygusuz’la göndermişti. Menakıbnâme’de geçen icazetnâme bu mektup olmalıdır. Böylece Kaygusuz Abdal’ın ikinci yolculuğuyla siyasi bir görev yaparken, öbür yandan Mısır’da yarım kalan eğitimini tamamlamış olacaktır.

    Kaygusuz Abdal’ın bu ikinci Mısır seferinde orada ne kadar kaldığını ya da Abdal Musa tekkesine dönüp dönmediğini tahmin etmek güçtür. Ancak 1397-8’de, olasıyla yeni bir seyahatten Mısır’a döndüğü ve Dilguşa’yı bu tarihte yazdığı kesindir. Bu yapıtını da Sultan Ebu’l Ferec’e (1399-1412) sunmuş olmalıdır. Tekkesi Kasr ül-ayin’i bu tarihten sonra aynı Sultan’ın izni ve yardımlarıyla kurmuş olduğu anlaşılıyor. Kendisinden 15 yaş kadar küçük olan Şeyh Bedreddin Mahmud Mısır’a geldiğinde, Kaygusuz birkaç Mısır Sultanıyla ilişki kurmuş ve Kahire’de tanınmış bir batıni mutasavvıftı. 1397-8’e kadar Hicaz’ı, Suriye, Irak Güney ve Doğu Anadolu'yu, Azerbaycan ve İran-Horasan’ı kapsayan geziler yapmıştı. Şiir ve düzyazı yapıtlarında adlarını verdiği geniş coğrafyadan bu anlaşılmaktadır.

    5. Kaygusuz Abdal’da Fazlulluh Hurufi ve Bedreddin Mahmud Çizgisi

    Öyle sanıyoruz ki, Kaygusuz Abdal bu gezilerinde İsmaili olduğu söylenen Fazlullah Hurufi’yle (ölm. 1393-4) de görüşmüştür. 1386'da Tebriz'de ortaya çıkan; Tebriz, Tohçu, Isfahan, Şiraz, Damgan vb. kentlerde ünü yayıldıkça şeriat düzenini sarsmaya başlamış olan Fazlullah Hurufi’nin inanç yöntemi, harfler ve hatlarla dinsel buyrukları değiştirmek ve inancının aslı, “insanı tanrılaştırmaktır”. Hurufi inanç sistemini şöyle özetlenebilir:

    Varlığın ortaya çıkışı sesledir. Ses canlılarda eylemsel, cansız varlıklarda potansiyel güç olarak mevcuttur, yani cansız birşeyi bir diğerine vurduğunuzda, cinsine göre özündeki ses duyulur. Canlılarda ise irade-istemle ses meydana çıkar ve sözcükler oluşur. Bunlar da harf aracılığıyla olur. Dünya tanrı varlığının tecellisidir ve bu yedi hat içinde insan yüzünde belirmektedir.

    Harf gizemciliği olarak tanımlayabileceğimiz Hurufilikte insan tanrının kendisidir. Evren mutlak varlığın zuhurudur (ortaya çıkışıdır). Hurufilikte ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına inanılır. Ölüm birleşikliğin-tümelliğin basite, ayrıntıya dönüşmesidir. Yeniden aynı hale gelinemeyeceğinden dirilme olamaz.

    İnsan bu dünyada 28 yahut 32 harfin (Fars alfabesi 32 harftir) gizemine erdiğinde kendisinden tüm dinsel teklifler kalkar. Fazlullah onların dinsel hükümler karşısındaki tüm sorumluluklarını üstüne almış, namazlarını kılıp, oruçlarını tutmuştur.(13)

    Hurufiler “Dünya bize cennettir, cennette ibadet görevi olmaz'' demektedirler. Bu düşünceler Şeyh Bedreddin’e kaynak oluşturduğu gibi, Kaygusuz Abdal’ın da benimseyip işlediği düşüncelerdir. Uzun paragraflar halinde karşılaştırmaya gerek yoktur. Kaygusuz Abdal’lın “Vücudnâme”si incelendiğinde bu düşüncelerin daha da ayrıntılanmış olduğu görülür.(14)Belki de bu yapıtını onunla tanıştıktan sonra yazmıştır. Kaygusuz Abdal “Adem’ün vücudı, aslında yigirmi sekiz huruf (harfler) üzere yaradılmuşdur” diyerek şöyle bir sıralama yapar:

    “Ademün: Başı arş’dur ve Nokta-ı Ba’dur ve iki kaşı, biri fa’dur ve biri kaf’dur. İki gözleri, biri ayn’dur ve biri gayn’dur ve iki kulağı, biri zal’dur ve biri dal’dur. Çenesi cim’dür ve gerdanı tı sin mim’dür. Burnu elif’dür ve dudağı te’dür. Üst dudağı be’dür...Sağ yanı sad, sol yanı dad. Sağ memesi vav, sol memesi ha’dür vb.”

    Ancak ne varki, Nesimi kadar sadece harflerin gizemine takılıp kalmamıştır Kaygusuz Abdal.

    1383-4 yıllarında eğitim için Kahire’ye gelip, Mısır’da yirmi yıl boyunca yaşamış olan Bedreddin’in, orada tekke kurmuş bulunan Kaygusuz Abdal’ı tanımaması ve onunla görüşmemesi olanak dışıdır. Bizce bu büyük İslam bilgini ve hukukçusunun kafasına tasavvufla birlikte batıni düşünceleri ilk sokan Kaygusuz Abdal’dır. Torunu Hafız Halil’in Bedreddin Menakıbnâme’sinde yazdığı gibi ne baldızı, ne de bacanağı Hüseyin Ahlati’dir. Bize göre Mısır’da başlayan Kaygusuz-Bedreddin düşünce yakınlığı, eylemliliklerinde de sürmüş. 1404-1405 yılında birlikte Anadolu’ya gelmişler ve Küçük Asya’yı (Anadolu) baştanbaşa dolaşarak ayrı kollardan Aleviliğin-Batıniliğin siyasetini yapmışlar. Kaygusuz Abdal, Abdal Musa Sultanın halifesi olarak, Alevi Türkmen boyları arasında, halkın zevkle dinlediği, rahatlıkla anladığı öztürkçe ve mizahi (ironik) şiirleriyle, düzyazılarıyla, Bedreddin hareketinin en büyük propagandisti ve yoldaşıydı. Onun destansı ve ironik şiirleri, nefesleri ve düzyazıları nesnel açıdan, derinlemesine incelenip yorumlandığında, Bedreddin’in düşünce ve eylemleriyle içiçe olduğunu anlamamak olası değildir. Aşağıda verdiğimiz karşılaştırmalı örnekler üzerinde yaptığımız yorumlar ve gösterdiğimiz kanıtlar; diliyoruz ki, dönemin ekonomik, toplumsal ve inançsal koşulları göz ardı edilmeden açık açık tartışılsın ve eleştirilsin.

    Kaygusuz Abdal’ın Nesimi ile de mutassavvıf ozan olarak yüce bir gönül bağı var; şiirlerinde karşılıklı etkileşim yadsınamaz. Herikisi de koca ozan Yunus Emre’den esinlenmiş ve onu üstad bilmiş oldukları benzek şiirlerinden ve yöntemlerinden açıkça bellidir.

    6. Karşılaştırmalı Birkaç Şiir ve Düzyazı Örneklemeler

    Önce dost yüzü ve dost kapısı. Dost yüzüne dönüp, dost kapısından geçerek kendini bulmak ve özünü tanımaktır Kaygusuz’un felsefi inancı. Hacı Bektaş Veli’den ve Yunus’dan emanettir bu inanç ona. Dost pirdir, tanrıdır, sevgilidir; dost kapısından geçilerek barış ve sevgiye ulaşılır.

    Kaygusuz Abdal:

    “Çün dost bizüm, sözi dahı bizümdür. Her dem dost yüzine bakalum, özümüzle diyelüm, işidelüm.” Budalanâme, s.51

    Dost senin yüzünden özge ben kıble-i can bilmezem

    Pirin hüsnünü severem bir gayri iman bilmezem

    • Bana derler ki şeyatin (şeytanlar) senin yolunu azdırır
    • Ben şu zerrak(ikiyüzlü) sufilerden gayri bir şeytan bilmezem
    • Sui-i salus nedendir hüzne münkir geçindiği

    Ne acep bela gelüptür şu ki ben Hak’tan bilmezem

    • İnsan-ı kamil ki derler Mustafa’dır Murtaza’dır
    • Yani kim vardır cihanda ben gayri insan bilmezem
    • O şah-ı hüsnün ışkına özümü viran kılmışam

    Kaygusuz Abdal’dır adım cübbe vü kaftan bilmezem

    Hünkâr Hacı Bektaş Veli: “Doğruluk dost kapısıdır; dostumuzla beraber yaralanır, kanarız.”

    Yunus Emre:

    Işk imamdır bize gönül cemaat

    Dost yüzü kıbledir daimdir salat

    • Dost yüzün göricek şirk yağmalandı
    • Anınçün kapuda kaldı şeriat
    • Can secdeye vardı dost mihrabında

    Yüz yere koyuban eyler münacat

    • Derildi beşimiz bir vakte geldi
    • Beş bölük oluban kim kıla taat
    • ....

    Doğruluk bekleyen dost kapısında

    Gümansız ol bulır ilahi devlet

    • Yunus öyle esirdir ol kapıda
    • Diler ki olmaya ebedi azad
    • 7. Kaygusuz Abdal, Musa Padişah (1410-1413) Zamanında Edirne’dedir, Sultan Murat Han (1421-1451) Döneminde Değil

    Edrene şehrinde bugün bir dükkan aldım kiraya

    Ol mahalde sataşmışam bir akçası çok karıya

    • Sordu bana garib misin hiç bu şehri görüb misin
    • Yohsa gelişün şindi mi Anatolı’dan beriye
    • Dedüm ki bu dem gelmişem kiraya dükkan almışam

    Eydür yigit gel içerü döşek getürsin cariye

    • İy kurban oldugum yigit gör ne direm sözüm işit
    • Bu Edrene şehrinde sen gezmeyesen serseriye
    • Eydür ki bu Rum-ili’dür sanma ki Anatolı’dur

    Bunda esir-bendler çok olur düşmeyesin bazariye

    • Harçlıg içün kayurma dir tek benüm terkim urma dir
    • Sen gel yi iç otur heman varma akına çeriye
    • Çağırdı Nergis Gülbahar büryan getür bazara var

    İçerü evi sil süpür odun vurun bahariye

    • Aldı beni girdi içerü yapdu kapusını girü
    • Getürdi şol nimetleri kim bakar aka sarıya
    • ....

    Karı beni aldatdı çün hükmine eyledi zebun

    Anca dürişdüm dün ü gün sarlanı kaldum deriye

    • Şol hadde irişdi belüm külli unıtdum bildügüm
    • Başladı şindi iligüm sünük içinde eriye
    • Gönlegi kaftan eyledi hükm,ne ferman eyldi

    Hamama da varur-ısa beni yanınca süriye

    • Dişi kırık yüzi sovuk fitnesi çok kendü çabük
    • Ben biçare haberüm yok uğramışım zemheriye
    • Ol karıdan kurtulmaga kul oldum azad olmga

    Fetva bulam mı ki aceb varsam İbn-i Fenari ‘ ye

    • Murad Han ’a varımadum özümi kurtarımadum
    • Kaygusuz Abdal biçare uğradı bir haşarıya(15)
    • Avladı tutdı beni

    Yanbolı’da bir karı

    Veli ki akçası çok

    Karabaşı kulları

    ....

    Karı dime al beni

    Ben donadayım seni

    Nene gerekdür senün

    Garibsin akın çeri

    • Yanbolı’ya varıcak
    • Mahallesin sorıcak
    • Tunca kıranındadır
    • Yeni Hamman’dan beri
    • .....

    Kanda bir yigit görse

    Akça(y)la avlar anı

    Utanmaz oglan sever

    Saçı ak döşi sarı

    .....

    Bir gice fursat-ıla

    Koynına girdüm nagah

    Göbegünün sovugı

    Unutdurdu mermeri

    • Karıyla halini göre
    • Kaygusuz Abdal’un
    • Eli gitmiş sünüge
    • Sarlanı kaldı deri(16)
    • Abdurrahman Güzel’in ısrarla ileri sürdüğü gibi, Kaygusuz Abdal bu şiirlerde kesinlikle tasavvufi simgeler kullanmamıştır. Şathiye hiç değildir. Güncel maddi yaşam içerisinde başından geçen ya da kendisine anlatılan olayları hikâye etmiş olduğu açıkça görülmektedir. Burada bizim için önemli olan, birinci şiirde kadından kurtulmak için fetva ve yardım almak istediği kişilerin gerçekte kim olduğudur. Abdurrahman Güzel’in açıklaması şöyle:

    “Yukarıdaki şiirden anlaşıldığına göre, Kaygusuz Edirne’ye Anadolu’dan yeni (bu dem) gelmiştir. Rumeli’de “garip”tir ve henüz Rumeli hakkında malumatı olmadığından, “sanma ki (burası) Anatolı’dır” diye ikaz edilmektedir. Şiirin devamında geçen “Fetva bulam mı ki aceb varsam İbn-i Fenari’ye” mısraından, Kaygusuz’un Anadolu’dan Edirne’ye geliş tarihinin İbn-i Fenari’ninn şeyhülislamlığı zamanında, yani 1424-1430 yılları arasında olduğunu anlıyoruz. Demek ki 1424-1430 arasında Rumeli’ye geçen Kaygusuz’un buradaki ilk durağı Edirne’dir.”(17)

    Görüldüğü gibi, bu şiirin son dizelerinde “Murad Han’ın (1421-1451)” da adı geçmektedir. Abdurrahman Güzel, aynı sayfalarda Kaygusuz’un, birkaç şiirinden aldığı dörtlüklerde adı geçen Trakya şehirlerini (Yanbolu, Filibe, Sofya, Manastır) de aynı tarihler arasında dolaştığını söylüyor. Daha da önemlisi, Kaygusuz Abdal’ın ölüm tarihi için 1424 yılını post quem alıyor, yani bu tarihten sonra ölmüş olması gerektiğini söylüyor. Şiirin verilerinden hareketle çizilen tarih sınırından sonra, Kaygusuz Abdal adı geçen kentleri, kısacası tüm Trakya’yı dolaşıyor. Öyle ki bugün bile Kaygusuz’un adı, Makedonya’da bulunan Manastır’da bir mahalle ve çeşme adı olarak yaşamaktadır. Bölgede Kaygusuz Abdal’ın yüzyıllar boyu unutulmayacak denli etkileyici olması, onun ömrünün son birkaç yılına sığmış olamaz. Eğer Kaygusuz Abdal 1341-2’larda doğmuş ise, 1425-30’larda 85 yaşın üzerinde olmalı. Bu yaşlarda Edirne’ye gelecek şiirlerinde anlattığı gibi, bu yaşta Tunca ırmağını aşıp Yanbolu’ya varacak, “Filibe’de yiniden bir karı sevecek onu”, “karıdan kaçıp Sofya’ya göçecek” ve sonunda “Manastır’da bir başacuk (karı) gönülcüğünü alacak” Kaygusuz Abdal’ın. Bunlar olacak şey değil.

    “Edrene şehrinde bugün” şiirinde geçen isimlerden hareketle Abdurrahman Güzel’in bu açıklamalara girişmesi, görüldüğü gibi havada kalıyor. Üstelik Abdurrahman Güzel, adı geçen kişi isimlerine kuşkuyla yaklaşmayı aklına bile getirmeden mantıksal bir kurgusunu hazırlayarak, tasavvufi simgelere sarılıyor. Şiirin nesnel konusuyla da ilgilenmiyor; normal erkek yaşamına müdahale ederek, Kaygusuz Abdal’ı erkek kadın ilişkilerinden, cinsellikten beri alıyor. Sözde bunları mutasavvıf ozana yakıştıramadığından, tasavvuf konulu başka bir yapıtından mecazi anlamda bazı sözcükleri anahtar olarak kullanıp, şiirlerin içeriğine tasavufi simgesel anlamlar yüklüyor; dükkan = vücud, karı=dünya, pazar=ömür..(18)unlar zorlamadan başka birşey değildir. Oysa onun gerçek simgesel şiirleri, Türk edebiyatında eşi az bulunan sürrealist-ironik şiirsel öyküleridir, tasavvufi şiirleri değil.

    Bize göre Kaygusuz Abdal, “Edrene şehrinde bugün” şiirini 1410-11 yıllarında, 60’lı yaşlarda yazmıştır. Birkaç yıldan beri zaten Trakya’da Saray kasabasında oturmaktadır. Öbür kentlerin bir kısmını daha önce gezmiş olmalıdır. O zaman “Fetva bulam mı ki aceb varsam İbn-i Fenari ‘ ye” ve “Murad Han’a varımadum özümi kurtarımadum” dizelerindeki kişi adlarının değişmesi gerekmektedir. Çünkü bu yıllarda hem Fetva hem de Padişahlık makamlarında başkaları oturuyordu. Biz bu dizelerin aslının “Fetva bulam mı ki aceb varsam’ola Kazasker’e” ve Musa Han’a varımadum özümi kurtarımadum” olduğunu düşünüyoruz. Bu şiir Kaygusuz Abdal’ın “Divan”ında bulunmaktadır. Kaygusuz Abdal’ın günümüze kadar gelmiş en eski Şiir mecmuasının 1461 tarihli olduğu ve Vasfi Mahir Kocatürk’ün kendi özel kitaplığında bulunduğu A. Güzel söylemektedir.(19)aygusuz Abdal’ın kendi ya da bir müridinin elinden çıkmış Divan’ı günümüze ulaşmamıştır. Bizim kanımız odur ki, 1424-1430 yılları arasında Kaygusuz Abdal Divanı’nı istinsah eden (suretini çıkaran) kişi ya da kişiler isimleri değiştirmişlerdir. Bunu korktukları için yaptıkları gibi, inanç ve düşünce yönünden karşı oldukları için de yapmış olabilirler.

    Bu şiirdeki ‘Kazasker’, Simavnalı Şeyh Bedreddin, Padişah ise Musa Çelebi’dir. Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yendikten sonra 1410 yılında Edirne’de padişahlığını ilan etmiş. Daha sonra öbür kardeşi Mehmed Çelebi’ye karşı yaptığı savaşlarda onu da yenerek Rumeli’den atmış bulunuyordu. Ancak 1413’te Bizansın yardımı ve Trakyalı malikâne sahipleri beylerin onu terk etmesi yüzünden Musa Çelebi kardeşine yenildi ve öldürüldü. Musa Çelebi’nin akıl hocası, danışmanı, askeri kadı (kazasker) olarak atamış olduğu, dönemin en büyük hukukçu ve bilginlerinden olan Şeyh Bedreddin idi. Hukukçu Necdet Kurdakul’un saptamalarına göre Bedreddin, Musa Çelebi’nin Kazaskerlik önerisini kabul ettikten sonra Camü-ul Fusuleyn’i yazmaya başladı. On ayda tamamladı. Hukukun özgürlük ve bağımsızlık ilkelerini öne çıkarıldı. 1410-1413 yılları arasında Musa Çelebi ile birlikte uygulamaya başladılar bu kuralları.(20)Onun yardımcılığını da (kethuda-kahya) ise Börklüce Mustafa (Dede Sultan) yapıyordu.

    Murad Han şehzadeliği sırasında 1416’dan 1419-20’ye kadar Batı Anadolu’yu ve tüm Rumeli’yi saran Börklüce-Torlak Kemal-Bedreddin başkaldırılarının bastırılması için yapılan savaşların hemen hepsinde bulunmuştu. Padişah olduktan sonra da amcası Mustafa Çelebi ile birkaç savaş yapmış ve ancak 1423 yılının sonlarına doğru taht rakiplerini ortadan kaldırarak iç durumu düzeltebilmişti. 12 yaşından beri savaşın ve şiddetin içinden gelerek tahta oturmuş ve şimdi yirmilerin başında bulunan Murad Han’ın kulağına, Şeyh Bedreddin ve Musa Çelebi’nin adları gitmesi, müstensihler (suret çıkaranlar) için ölüm tehlikesi oluşturabilirdi. Roma İmparatorluğu'nda damnatio memorae (anıların silinmesi) geleneği vardı. Savaş ve mücadeleyle yönetimi ele geçirip kendini Caesar-imperator (imparator) ilan eden kişi, kendisinden önceki imparatorun adını tüm yazıtlardan ve senato belgelerinden sildirir ve heykellerini kırdırırdı. Bu geleneğin izleri Bizans’ta da yaşamış. Osmanlı padişahlarının da taht rakiplerini ortadan kaldırdıktan sonra, yandaşlarına iyi gözle bakmadıkları iyi bilinir. Onları tutan ve saflarında savaşmış beylerin öldürüldükleri ya da hapislerde çürüdükleri Mihailoğlu gibi örnekleri vardır...

    Bundan dolayıdır ki, şiirdeki isimlerin İbn Fenari ve Murad Han’a dönüştürülmüş olduğunu düşünmekteyiz. Bizce aynı şekilde, yine Divan’daki bir şiirin “Bize bin mut piriç dise Murad Han / Dahı on bin koyun bile yimege...Murad Han’a halvet anlatsa sözi / Kapuda kim bile veziri söre” dizelerinde geçen Murad Han da aslında Musa Han’dır. Şiirde, kapıdaki vezire sormadan Musa Han ile yalnız kalmak amacındadır Kaygusuz Abdal. Ondan, malikânelerdeki beylerin şölenlerinde yenilen bin mut(21)pirinç ve onbin koyunun, ‘hepimizin olsun hep birlikte yiyelim’ demesini istiyor. Bunları Murad Han’dan istiyemezdi. Çünkü Kaygusuz Abdal bir Bedreddini propagandacısı idi. Murad Han tahta çıktığında Kaygusuz Abdal son yaşadığı bölge olan Trakya’dan çoktan ayrılmış; yetmiş yaşın üzerinde bulunmakta ve Kahire’deki tekkesinin başındadır. Babasını ve dedesini tanıdığı Mısır hükümdarı Ebul Ferec oğlu Melik Müeyyed’in (1412-1421) son yıllarına yetişmiş olmalıdır. Kendisinden 15 yaş kadar küçük olan Şeyh Bedreddin’i, inanç-felsefi-düşünsel yönden etkilemiş biri olarak, onun Bedreddini-Börklüce-Torlak hareketinin dışında olması düşünülemez. Özellikle Kaygusuz Abdal Divanı’ndaki şiirlerinin tümü incelendiğinde bu düşüncemiz tam açıklığa kavuşacaktır.

    8. Kaygusuz Abdal Simgelerle Donatılmış (Sürrealistik) Toplumsal Yergi Şiirlerinde Neler Anlatıyor ve Nasıl Siyaset Yapıyor?

    Erişti bad-ı nevruz gülsitane

    Gülistan vakti yetti kim uyane

    • Temamet yeryüzü cünbişe geldi
    • Behişte benzedi devr-i zemane
    • Gülistan goncesin açtı donandı

    Divane oldu bülbüller divane

    • Yine simurga haber verdi hüdhüd
    • Otağın başına konmuş şahane
    • Güvercin çifti ile ötegeldi

    Dudak dudağa verdi canı cane

    • Kışın humuş olan kuşlar acep kim
    • Fırak u derd ile geldi lisane
    • Yine bülbül gülistan arzu kıldı

    Tutiye şekker ü baykuş virane

    • Zihi fasl-lı behar ü revnak-ı gül
    • Zihi zevk u safa nam ü nişane
    • Bezendi dağ u sahra nur-ı rahmet

    Nihani nesneler geldi iyane

    • Eğer bildinse hoş Kaygusuz Abdal
    • Yüzün hak eylegil pir ü cüvane
    • Görünüşte şiirde, gül bahçesinin gonca güllerle donandığı, güvercinlerin dudak dudağa seviştiği ve gülün bahar müjdecisi olduğu vb. söylemler, şiirde doğaya baharın geldiğinin betimlendiği anlaşılabilir. Ancak Kaygusuz’un, mutlu günleri anlatmak için bunları simge olarak kullandığı apaçık ortadadır. Çünkü yeryüzünün tamamının sevince boğulduğu ve zamanın cennet yaşamına benzediği bir dönem sözkonusu etmektedir. Üçüncü beyitte Kaf dağındaki Simurg’a (Anka kuşu), hüdhüd kuşunun bir müjdesi var: “Bir padişah (şahane) saltanat çadırının (otağ) başına konmuştur” Bu nedenle yeryüzü sevinç içinde ve devir cennete dönüşmüştür. Kaygusuz Abdal, bunu bilir ve durumun farkındadır; kendi kendisine, gencin ve yaşlının ayak toprağına yüz sürmesini öneriyor.

    Bize göre bu padişah Musa Çelebi ve dönem 1410-1413 yılları arasıdır. Yani Kazasker Şeyh Bedreddin Mahmud ile Musa Padişah’ın yeni bir yönetim düzeni getirme çabası içindeki yıllardır. Aşağıdaki iki şiiri de bu dönem içinde, Edirne’de ya da Saray beldesinde yaşadığı sırada, bir yandan yönetime yol gösterme, öbür yandan toplumsal haksızlıklara karşı mücadelesini yaparken yazdığını düşünüyoruz. Rumeli’deki büyük malikâne sahibi beylerin büyük varsıllıklarını, doymazlıklarını dile getirmektedir. Onların tatlı, sadece kendilerini düşünen bencil yaşamlarını gerçeküstü (sürrealist) ögeler kullanarak, ironik simgelerle güldürü havası içinde anlatmıştır Kaygusuz Abdal:

    -Doymak bilmeyenlere gerek olur-*

    Koyun bine yeteceğiz sürmeğe de yarağ (gereksinim) olur

    Beş yüzünü satıcağız harçlanmaya gerek olur

    • Berkdir erenler barusu bine sayılır birisi
    • Ell’iki teke derisi papucuma yorağ (yama) olur
    • Bin batmandan olsa kazan ustager değil mi düzen

    Hayranlık esince cana bengilik de gerek olur

    • On iki kazan aşıyı yigirmi dokuz başıyı
    • Otuz üç yağlı döşüyü sonra için ferağ olur
    • Doymaz isen yalvar Hakk’a nazar kıl bucağa yüke

    On sekiz kalınca yuka tam gönlünce gevrek olur

    • Kaygusuz Abdal bulunca gel otur pilav gelince
    • On tekne hamur salınca bir onarı çöreğ olur
    • -Emirler sofrasına buyurun hem yeyin hem de götürün-*

    Beng ile seyretmeye ah bize bir bağ olsa

    Issı souk olmasa havası hub sağ olsa

    • Pireden incinmesek kar u yağmur olmasa
    • Sinek hey vızlamasa ana hem yasağ olsa
    • Dobruca ovasından büyük yağlı çörekler

    Akkirman’ın yağından benzimle hey ağ olsa

    • Cümle cihan koyunun semiz yahnı etseler
    • Biz yemeye başlasak engeller ırağ olsa
    • Gaziler helvasından cihan dopdolu olsa

    Zülbiye halkaları sütü dahı çoğ olsa

    • Kanda bir göl varsa badem paluze olup
    • Bir yanından diş ursak çevresi bal yağ olsa
    • Dümdüz bu yaş ovalar her biri boş durmasa

    Sulu şeftalisi çok bin üzümlü bağ olsa

    • Kaygusuz Abdal otur kimin ye kimin götür
    • Sufiye koz kalmadı abdala kaymağ olsa
    • -Hayvanlar börtü-böcek yönetmeğe durunca

    Zamanın insanları başlamışlar kaçmağa-*

    Kaplu kaplu(m) bağalar kanatlanmış uçmağa

    Kertenkele derilmiş diler Kırım geçmeğe

    • Kelebek ok yay almış ava şikara çıkmış
    • Donuzları korkudur ayuları koçmağa
    • Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış

    Edirne minaresi eğilmiş su içmeğe

    • Kazzaza (ipekçiye) balta koydum çervişin deremezem
    • Çuval çayırda gezer seğirdüben kaçmağa
    • Allahımın dağında üç bin balık kışlamış

    Susuzluktan bunalmış kanlı ister göçmeğe

    • Leylek koduk (sıpa) doğurmuş ovada zurna çalar
    • Balık kavağa çıkmış söğüt dalın biçmeğe
    • Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına

    Sivrisinek derilmiş ırgad olup biçmeğe

    • Bir sinek bir devenin çekmiş budun koparmış
    • Salunuben seğirdir bir yar ister kaçmağa
    • Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklenmiş

    Gah yorgalar gah seker şehre gider satmağa

    • Donuz düğün eylemiş ayuya kızın vermiş
    • Maymun sındı getirmiş kaftan gömlek biçmeğe
    • Deve hamama girmiş dana dellaklık eder

    Su sığırı natır olmuş növbet ister çıkmağa

    • Kaygusuz’un sözleri Hindistan’ın kozları
    • Bunca yalan söyledin girer misin uçmağa
    • [***Şiirlerin temasını belirleyen başlıklar tarafımdan konuldu İ.K.]

    Kaygusuz Abdal aşağıdaki şiirde, takıldığı dilberden bir öpücük isteyince, kendisine karşı kadının küçümseyici ve hakaret edici davranışlarını sergiliyor. Kadının dilinden kendi yaşamı, dünyaya bakışı, sosyal durumu, görünüşü hakkında bilgi veriyor. Kaygusuz Abdal’ın gezici Torlaklara benzediği, kalenderi giysiler içinde marjinal yaşadığı anlaşılıyor. Şiirin açıklanmasına bile gerek duymadan, onun Bedreddin hareketinin Saruhan bölgesi önderlerinden Yahudi asıllı Torlak Hu Kemal ile de ilişkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şeyh Bedreddin’in 1408’lerde Kütahya’nın bir köyünde karşılaşıp kendine bağladığı Hu Kemal Torlakları, bu bölgede 8-9 yıl sonra Mehmet Çelebi’ye (1413-1421) karşı büyük bir başkaldırı hareketine girişecektir.(22)

    Dedim ey dilber kulunum

    Yürü hey Torlak der

    Sen dahi yolunmamışsın

    Sözlerin taslak der

    • Dedim ey dilber lebinden
    • Bir buse versen n’ola
    • Alnına sapan kayası
    • Ensene tokmak der
    • Sordum suçum nedir benim

    Halime kılmaz(sın) nazar

    Bu söz senin ne hakkındır

    Söyleme küstah der

    • Haline bak çuluna bak
    • Bu dahı sevmiş (mi) seni
    • Niyyet-ül gaza değil mi
    • Dönüben ahmak der
    • Yürü hey derviş yoluna

    Sende yoktur sim ü zer (gümüş ve altın)

    Akılsız sersem zavallı

    Cimri vü çıplak der

    • Serteser (baştanbaşa) gezmiş cihanı
    • Kurt üşmüş tabanına
    • Borusu yanını döver
    • Kabağı tak tak der
    • Yatağı külhan bucağı

    Yüzü gözü is ü pas

    Giydiği eski kepenek

    Eteği sak sak der

    • Kaçuban kurtulamadım
    • Şol torlağın elinden
    • Her seher karşıma çıkar
    • Çağırır Hak Hak der
    • Hoş gelir Kaygusuz’a

    Bir kazan kuzlu pilav

    Yüz elli yağlıca çörek

    O dahı yumşak der(23)

    Kaygusuz Abdal Trakya’da, Saray kasabasında oturduğu dönemde Sarayi mahlasını kullanmıştır. (Sarayi mahlaslı 9 şiirini saptamış olan Abdurrahman Güzel’in, Kaygusuz’un Emir sarayında doğup büyüdüğü için bu mahlası kullandığını söylemesi kesinlikle tutarlı değildir. Biz Padişah sarayında doğup büyümüş yetişmiş şehzadelerin, prenslerin Sarayi takma adını kullanmış olduğuna rastlamadık. Hele Kaygusuz gibi beyoğlu olmayı reddedip dervişliği seçmiş; torlakça yaşayan, ama bilinçli bir halk ozanı ve bilgesi bunu yapar mı? Ben ‘Saraylı’yım diye övünür mü?) Kendini gizleme gereksinimi duymuş olmalıdır Kaygusuz Abdal.

    Yukarıdaki verdiğimiz bazı şiirlerinde olduğu gibi aşağıdaki şiirinde de kendisini örnekleyerek, başka bir deyimle kendisi üzerinden dönemin insan ilişkileri, ahlak anlayışı, bireysel davranışları eleştirmektedir:

    Yamru yumru söylerim her sözüm kelek gibi

    Ben avare gezerim sahrada leylek gibi

    • İşim kalp sözüm yalan ben değil adım filan
    • Bu halk insana derem sözümü gerçek gibi
    • Aşk kuşları derilse aşktan dane verilse

    Usülüm toya benzer avazım ördek gibi

    • Terketmedim benliği bilmedim insanlığı
    • Suretim adem veli her huyum eşek gibi
    • Arifler sohbetinde marifet söyleseler

    Ben de hemen düşünmem ürerim köpek gibi

    • Gerçi Hakkın halkıyım marifetsiz aylakım
    • Arifler sohbetinden kaçarım ürkek gibi
    • Bu marifet ilminden haberim yok cahilim

    Benden mana sorsalar sözlerim sürçek gibi

    • Aşıklar can içinde aşikar gördü Hakkı
    • İşitmenin manası olmaya görmek gibi
    • Miskin Sarayi kıydın kul oldun sen nefsine

    Senin hırs u hevesin tuttu seni fak gibi(24)

    Kaygusuz Abdal, aşağıdaki şiirinde insanlara, ahlaki davranışlarını ve karşılıklı ilişkilerini düzeltmeleri için edepli olmaları üzerine öğütlerde bulunuyor:

    İy özin insan bilen var edep öğren edep

    (İy) edep erkan bilen var edep öğren edep

    • Edebdür asl-ı taat külli sıfat cümle zat
    • Varlıgun edebesat var edep öğren edep
    • Gel Hakk’a olma asi ta gide gönlün pası

    Dört kitabun ma’nisi var edep öğren edep

    • Gaflet içünden uyan edepsiz olma iy can
    • Edebdür asl-ı iman var edep öğren edep
    • Edep gerektür kula ta işi temiz ola

    Edebsüz girme yola var edep öğren edep

    • Edebdür Hakka yakın bilür isen Hak hakkın
    • Edebsüz olma sakın var edep öğren edep
    • Bu edeb atayidür aşıka yüz suyıdur

    Evliyalar huyı dur var edep öğren edep

    • Gel Hakk’a ikrar isen aşıklara yar isen
    • Yüz suyın ister isen var edep öğren edep
    • Edep gerekdür ereta yolı dogrı vara

    Edepsiz olma yire var edep öğren edep

    • Edebi bekler talib edebdür Hak’dan nasib
    • Edepsiz olma habib var edep öğren edep
    • Edeblü ol can isen Hakk’ı bil insan isen

    Müştak-ı Sultan isen var edep öğren edep

    • Edebdür Hakk’a delil edebden olma gafil
    • Olmayasın bi-hasıl var edep öğren edep
    • Kaygusuz Abdal uyan ışkı bil ışka boyan

    Şöyle demiştir diyen var edep öğren edep(25)

    Kaygusuz’un halk söyleyişi tarzında, sevgilisiyle konuşurken, kendi kendisine ve herkese verdiği bir sevgi öğüdünü görelim:

    Aşık oldum zangadek ırlayuben fingedek

    Yarum ögütler beni yanramagıl bangadak

    • Yarım severse seni sen dahi sevgil anı
    • Lutf-ıla söyle yare söylemegil vangadak
    • Yar ila otururken agyar gelse katıma

    Kendüzini agır dut dur(u)gelme(gil) dangadak

    • Gördüm yarim oturur Çin ü Hıtay elinde
    • Yarım anda (orda) ben bunda tapu kıldum zengedek
    • Yarım Urum elinde benem Şiraz şehrinde

    Arkıncacık söylerem şiveyile cingedek

    • Yare işaret eyledüm remiz ile söyledim
    • Bir taşçağız atmışam sapanıla fingedek
    • Işk-ıla hemdem oldum Mesih ü Meryem oldum

    Çal ahı eyit begüm aklıcagun kangadek

    • Işkun-ıla faş oldum yolunda tıraş oldum
    • Melamet dümbecegin kakuverdim dümbedek
    • Luf u ihsan eylegil yare eyi söylegil

    Işkunun denizine ben de düştüm cumbadak

    • Ben yarin mahallesin yöreneydüm dembedem
    • Agyar görüp ürmese köpek gibi fengedek
    • Kaygusuz Abdal’ı gör Işk-ıla oldug içün

    Aklı deryadur anun kendüzi nihekkidek(26)

    9. Kaygusuz Abdal’da Tasavvuf ve Tanrı İnancı / Maddeci Pantheizm

    Çok iyi eğitim görmüş ve dönemin en geçerli dillerini (Arapça ve Farsça) tasavvuf konularını yazıp yorumlayacak kadar bilen bir mutasavvıf ve batıni halk ozanıdır Kaygusuz. Onu bir ortodoks (Sünni) mutasavvıf olarak görmek yanılgının ötesinde büyük yanlıştır. Hatta giderek Kaygusuz Abdal’ın düzyazı ve şiirlerinde kullanmış olduğu ayet ve hadislerden hareketle “Hanefi inancına aykırı olmadığını”, dolayısıyla onu Hanefi bir mutasavvıf gibi tanımlama girişimi(27)kasıtlı bir zorlamadır.

    Heresiyograflar (dinsel sapkınlık yazıcıları), insanı Tanrı ilan eden antropomorfist (insan biçimci) El Mugira (737), Abu’l Hattab (762) ve yandaşlarının yakılarak öldürülmesinden tutunuz, “Enelhak=Ben tanrıyım” diyen Hallac’ın bin parçaya bölünmesinden günümüze değin, ortodoks İslamın kendi dışındaki aykırı inanç anlayışında olanları nasıl gördüğü, neler yaptığı ve uygulayıcılarını övgülerle göklere çıkararak anlatmaktadırlar. Yandaşlarıyla birlikte zulümlere ve kırımlara uğramış olan tüm gayri-sünni (heterodoks, yani Alevi) mutasavvıflar, Kuran ayetleri ve hadislere, onların içsel (batıni,ésotérique) anlamlarına dayanarak ve onların mecazi yorumlarıyla (tevil) inaçlarını yazılı ya da sözlü açığa vurmuşlardı. Antropomorfist-panteist maddeci inanç Sunniliğin dört mezhebine de aykırıdır. Kaygusuz Abdal’ın tanrı inancı da maddeci panteizmden başkası değildir.

    Aşağıda şiirsel ve düzyazı yapıtlarından verdiğimiz örneklemelerde görüldüğü gibi Kaygusuz Abdal, vahdet-i vücud’dan (vücut birliği) Vahdet-i mevcud’a (varlık birliği) uzanan çizgi üzerinde yürümekte:

    “Evvel ü ahir menem... Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (Secdeleri, tapınmamı kendime yaparım,İ.K.). Eşya-yı mahluk Halik’ten ayrı degüldir (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır. İ.K.)”

    diyerek Madde-Tanrı birliği düşüncesine, yani tam anlamıyla Pantheism (pan=pan,Theos=Qeos’tan, ‘Herşey Tanrıdır’ anlamına gelir) inancına ulaşmaktadır. Kaygusuz’un aşağıda yapıtlarından yaptığımız alıntılar dikkatli okunduğunda, hiçbir yoruma gerek kalmadan kısaca vurguladığımız inanç özellikleri rahatlıkla anlaşılacaktır.

    Yaptığımız karşılaştırmalarla Kaygusuz Abdal’ın Hacı Bektaş Veli’den ve Yunus’dan ayrı düşünmediği, ayrı inançta olmadığı; çağdaşları Seyyid İmadeddin Nesimi ve Şeyh Bedreddin ile birer heterodoks (Alevi) mutasavvıf olarak karşılıklı etkileşim içinde bulundukları açıkça görülmektedir:

    Dilguşa (Gönüle Ferahlık Veren)’dan:

    “...Hak ile kul arasındaki hicap (örtü) kulun kendisidir. Allah zerreden güneşe katreden ummana kadar her yerde dopdolu...İnsan vücudunun hareket ve cümbüşü Haktır. Onsuz eşya deprenmez...

    Herkesin gönlü bir nesneye emin olur; kimi aya güneşe, kimi kendi eliyle yaptığı şeye, kimi Allaha tapar; bunların cümlesi ‘pergal’den (daire) dışarı değildir, hepsi Allah’ın yed-i kudretindedir...

    Hakkı aramak ayrılığa tanıklık vermek demek olur. Çünkü Allah bütün yaratılmış eşyada mevcuttur. Hakkı hazır görenler, Haktan gayri iş işlemezler. Bütün ibadetlerin aslı Hakkı hazır görmektir. Vacip olan, Allah’ı bulmak için herkesin kendisine yönelmesidir.”

    (Hakka erişmek demek insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir.(28)

    “Hakkı istemek adet ile kaideden dışarı değildir. Bu kaidenin aslı üç nesnedir: Tanrıyı heryerde hazır görmek, özünden tamamen fena olmak(yokolmak), taatı temiz kılmak. Fer’i (ayrıntısı, ikinci derecesi) üç nesnedir: Mürşid-i kamil, mülazemet (sımsıkı bağlılık), kaabiliyet. Bu altı nesne ile hidayete erişilir..Bir sanata kulluk eylemek ile Allaha kulluk etmek farklı değildir... Bu alem olmazdan evvel on sekiz bin alem içinde Hak celle ve Ala, kamış içinde şeker ve gülap gibi vaki olmuştur..Bu adem kisvetin giymedin can idük didi dir, Sultan vücudunda bir idük... nagah gördüm bu yir ve gök, bu kevakib ü seyyare, bu nakş ü pergal tamam oldı dir. Her eşya yirlü yirin aldı, durdı; resm ü şekl kurıldı...Padişah-ı alem bu pergalün içinde sır oldı (= Padişah-ı alem heman bu karhanenün içünde sır old(29)

    “...Men arafe nefsuhu babında birkaç söz söyledim. Aklımın erdiği kadar remiz eyledim. Alim değilim ibadet bilmem. Veli değilim keramet bilmem. Sözü karpuz gibi yamru yumru söyledim. Sözden top yontup aşk meydanına koydum. Eriştiğim menzillere nişan verdim. Gördüğüm nişanları remiz ile söyledim. Deliyi zincirle bağladım, akıllıya nasihat eyledim. İşte armağanım budur, daha ne vereyim? Nereye baktımsa vücudumdan başka nesne görmedim.”(30)

    “...İnsan kisvetini giymeden önce can idik ve sultanın vücudunda bir idik. Aniden gördüm ki yer, gök, yıldızlar, seyyareler (gezegenler) tamam oldu. Her eşya yerli yerini aldı ve padişah-ı alem (Tanrı) bunların içinde sır oldu. Alem cümbüşe geldi, her şekil ve suret bir ayrıksı şubede göründü. Padişah adem donunu (insan kılığını) bize hilat olarak verdi, donu giyip bu mülkü seyrana geldik...”

    “Yer vücudum, sular damarım, gök çadırım, arş sayvanım, çarh devranım, yıldızlar meşalem (Yeryüzü etim, tenim / Akar sulardır kanım/Tahkik burcundan togar / Uyanmaz benim günüm(31) nakş ü hayaller teferrücüm (seyre dalmak, gezinme), yedi kat yer avucum, dokuz felek bir değirmen, gece velayet, gündüz nübüvvet, kış koz(alak!) , yaz keven (dikeni), doğmak bahar, ölmek güz, sağlık gülüstan, sayrılık (hastalık) zindan, yalan söylemek zagallık, doğrusunu dimek erlik... Cennet halk, Cehennem kahr, yerden göğe bir kulaç, yerin eni uzunu bir arşın, evliyalar vezir, peygamberler elçi, kitaplar vasf-i halim, külli kainat hilkatim, beglik hakimliğim, kulluk mertebemdir... Aşk muhabbetten doğar, akıl fikirden biter, inancın aslı ikrar, marifetin aslı tevhid, tevhidin aslı herşeyde Allahı (ya da herşeyi Allah) görmektir..”(32)

    Vücutnâme’den:

    “...İmdi herkim herşeyi görür, Hakk’tan ayru nice görür. Bunlar Hakk’tan ayru degildür. Çünki Hak taala hazretleri eşyaya ‘muhit’ imiş. Yabanda aramanın aslı yoktur. Yabanda arayanlar bulamadılar. İmdi eşyada aramanın aslı budur ki delili ‘adem’dür. Yani ‘insan-ı kamil’dür...Delil ‘adem’dür, sıfat ‘adem’ sıfatıdur. Ve zat-ı kadim’dür. Ezelidür ve ebedidür; Tanrı’dur. Her mekanlar anundur ve sıfat ve hem alem anundur. Hem şekiller ve hem varlık anundur. Beyt:

    Bir bazar kurdı ezelden her metaı koydı

    Ol kendi aldı kendi satdı kendi bazar eyledi”

    “...Adem hakkiki kainatın defteridir. Yirlerde ve göklerde her neki vardur, ademde mevcutdur. Zira Hakk, sade bir şey ile bilinmez... Hakk Taala buyurur: ‘Ela inne evliyu’llahi la havfün aleyhim velehüm yahzenun.(33)Öyle olınca hiçbir şeyden faide okumam ve hiçbir şeyden keyf eylemem. Ancak Allah’ü azimişşan ki balada (yukarıda, yükseklerde) zikr olundı. Ol Tanrıdan gayriye meyil virmem, zira bu manada dahı Tanrı ‘bir’ degüldür. Çok Tanrılar vardur. Yine Resulullah Sallallahü Aleyhi vesselem buyurdu ki: ‘Külli maksudin mağbudun’ . Bir kişinin maksudı (yani erişmek istediği meramı, arzusu) ne ise Mabudu (Tanrısı) dahı oldur dimek olur. Zira özini bir mürşide irişdür. Gözin aç özin bak gör heman kul mısun, sultan mısun?...”

    “Pes adem kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk’ı bilmek gibidür... Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak’dur. Çünki sıfat rencide olır ise, zatı dahı rencide olur. Çünki Akıl Allahu Taala’nın terazisidir (Nisa Suresi, ayet 126). Gerekdür ki egri yola gitmeyüz. Hayr u şer fark ola, Eşya-yı mahluk Halik’den ayrı degüldür (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir, ayrı olamaz=Madde-Tanrı birliği İ.K.)...”

    “...Yirde ve gökte her ne var ise adem(de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi’ ‘adem’dür. Her ne ki istersen ademde bulınur(34)Zira insan yirün ve gögün halifesidür... Zira zahirde ve batında yirde ve gökde ademden eşref vücud (en şerefli varlık) yokdur. Adem makbule’l vücud’dur. Ademoğlu yerde ve gökte var olan cümle eşyanın en güzidesidir. Ademden şirin nesne yokdur. Mazhar-ı zatdur. Sair eşyada bu kaabiliyet (diğer nesnelerde bu yetenek) bulunmadı...anun için ademin hali cemi eşyanın üzerine malikdür. Ve hem alemdür. Ve Haki(le) birdür. Cümleye hükmeyler. Ademin nihayeti yoktur ve kenarı bulunmaz. Ve yine ol seyr ü her-bar (vücud-ı daim, yani Tanrı!) anunla kaimdür..(35)

    “Zira eşya yir ü gök mahsülidür ve eşya cesedler tılsımıdur, alem-i zat-ı Hak onların ruhudur. Belki ruhun ruhıdur. Bir cesedden ruh götürüle ve ruh-ı hakikat deryasında yalnız başına mahvolur, cesed türabda (toprakta) mahvolur.(36)ira ruh yele tabidür. Kan ataşe tabidür. Yil ile ateş biri birüne müştakdür. Ve et dahı suya tabidür. Ve kemük türaba tabidür. Ve ruh kendisü yil ile ateşe tabidür. Her adem ki fetv olur (ölür) ruh ervah-ı aleme (ruhlar dünyasına) gider. Cesedi yine defn olur ki anasır-ı erbaa’dan (dört unsurdan) hasıl olmışdur ve andan hasıl olur ve ateş ile bad (hava, yel) ulvidir ve ab (su) ile hak (toprak) süflidür...”(37)

    “Halk birbirine sorarlar ki, acep bu karhaneyi bünyad iden (yapan) üstad nirede ola?, diye hayran ve sergerdan (başı dönük) kalmışlardır. Gökdeki mahluk yine bakar ki aşağıda mı ola dir ve yerdeki göge bakar ki yukarıda mı ola dir... (Biz) Karhaneyi (dünyayı) bünyad iden üstadı yine bu karhane içinde bilirdik ve (çünkü) nişanını bu eşya içinde verdi...”(38)

    Ey bene na-hak diyenler kandedir bes yaradan

    Gel getir isbatın et kimdir bu şeyni yaradan...

    • Yel ü su toprak u oddan böyle suret bağlayan
    • Böyle dükkanı düzen kendi çıkar mı aradan...
    • Gelberu söyle bana kimdir senin nutkundaki

    Söyleyen işittiren hem gösteren her yaradan...

    • Ey Nesimi onsekiz bin alemin mevcudusun
    • Kim ki bu devre irişmez koy gide devvareden(39)
    • “Ol bu cümle eşyadan gayrı mıdur

    Eşya gayrı ol özi gayri mıdur(40)

    • “Ger insanı sorarsan
    • Hak’dan gayri değildir
    • Sıfatı nur-ı Mutlak (yüzü, Tanrının ışığı)
    • Hırkası çar pareden (dört nesne, yani toprak hava su ve ateşten)(41)
    • 10. Kaygusuz Abdal’ın Vahdet-i Mevcud ve Vahdet-i Vücud İnancını Belirleyen Şiir Örnekleri ve Bazı Karşılaştırmalar

    Kitab-ı Miglate’den dörtlükler:

    Benem mevcud olan cümle vücudda

    Benem maksud heman Kabe’de putda

    Benem neheng benem derya ü umman (neheng: timsah)

    Benem kıymetlü kan Bahr-i muhide

    *

    Alem külli vücuddur can ben oldum

    Vücudda can ile canan ben oldum

    Suretimi göründir ki ademdür

    Ma’nide sıfat-ı rahman ben oldum (ma’nide: mana aleminde)

    *

    Zahir batın kamu alem ben oldum

    Nekim var puhte ü ham ben oldum

    Her nekim var ayan gizli cihanda

    Gör ahi cümleye derhem ben oldum

    *

    Benem ol gevher-i vahded ki derler

    Benem cümle sıfat ü zat ki dirler

    Benem Mansur benem dem-i enelhak

    Benem Ayyar benem Bagdad ki dirler

    *

    Alem külli vücudumdur vücudum

    Özüm özüme kılurum sücudum (=Kendi özüme secde ederim)

    Özüm özüme söylerem sözümi

    Özüm şeyhüm özümdür hem müridüm

    Budalanâme’den:

    Kamu şeyde menem ayn-ı hakikat

    Sıfat-ı zat-ı mutlak bahr-i hikmet

    • Derya-ı umman menem gevher-i kan bendedür (kan:maden)
    • Aç gözini anlayu bak hem iki cihan bendedür
    • Cism ü suret menem delil ü bürhan menem

    Sud menem ziyan menem işde dükkan bendedür (sud: kazanç)

    • Maksad-ı insan menem gerdiş-i devran menem
    • Mekteb-i irfan menem işde nişan bendedür
    • Bagdad-ı ayyar menem cümleye serdar menem (ayyar:hırsız,dolandırıcı)

    Bürhan-ı esrar menem sırr-ı nihan bendedür

    • Zahid ü Tersa menem Mescid-i Aksa menem (zahid: aşırı dindar, tersa:hristiyan)
    • Mürde-i İsa menem yahşi yaman bendedür (mürde: ölü)
    • Muhit-i Zevrak menem Hak menemdür Hak menem (muhit - i zevrak: kayıkhane)

    Tamu vu uçmak menem cümle mekan bendedür (tamu - uçmak: cehennem-cennet)

    • Evvel ü ahir menem gani ve fakir menem
    • Zakir ü mezkur menem küf ü iman bendedür
    • Cümleye ma’bud menem Kabe menem put menem

    Ademe maksud menem işte fulan bendedür

    • Zerre ve güneş menem gizlü menem faş menem
    • Her ne ki var uş menem can u canan bendedür
    • Kaygusuz Abdal menem cümledeki can menem

    Evvel ü ahir menem genc-i nihan bendedür (genc-i nihan: gizli hazine)

    Yunus Emre’den (ölm. 1320):

    Ol kaadir-i kün feyekün lütfedici Rahman benim

    (Ol deyip herşeyi yaratan bağışlayıcı benim)

    Kesmeden rızkını veren cümlelere sultan benim

    • Lütfedip adem yaratan yumurtadan kuş üreten
    • Kudret dilini söyleyen zikreyleyen Subhan benim
    • Kimin zahid eyleyen kimin fasık eyleyen

    Ayıplarını örtücü ol delil-i burhan benim

    • Bir kuluna atlar verip avret ü mal çiftler verip
    • Hem birinin bir pulu yok ol Rahim ü Rahman benim
    • Benim ebed benim bakaa ol kaadiri hay mutlaka (hay: canlı, diri, sağ)

    Hızır ola yarın sakka onu kılan gufran benim

    • Dört türlü nesneden hasıl bilin benim işte delil
    • Od ile su toprag u yel bünyad kılan Yezdan benim
    • Ete deri sünük çatan ten perdelerini tutan

    Kudret işi çoktur benim hem zahir ü ayan benim

    • Hem batınım hem zahirim hem evvelim hem ahirim
    • Hem ben oyum hem ol benim hem ol kerim ü han benim
    • .....

    Kabe vü büt iman benim çerh uruban dönen benim (büt: put)

    Bulutca havaya ağıp rahmet olup yağan benim

    .....

    Et ü deri sünük çatan hükmeyleyip diri tutan

    Kudret beşiğinde yatan hikmet sütün emen benim

    • Bu yeri göğü yaratan bu arşı kürsü durduran
    • Binbir adı vardır Yunus ol sahibi Kur’an benim
    • ....

    Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen

    Mutlak kafir inanmayan evvel ahir heman benim

    Seyyid İmadeddin Nesimi’den (ölm. 1404):

    Çeşme-i hayvan benim bendedir ab-ı hayat (çeşme-i hayvan: canlılar kaynağı)

    Dur neçe bir yatasın fizulumat’il memat (fizulumat’il memat=ölüm karanlığında)

    • Cennet ü huri benim Kevser ü Tuba benim
    • Nar vu nuru benim hem susuzum hem Fırat
    • Kıble-i iman benim suret-i Rahman benim

    Levh ile Kur’an benim Mısr ile kand u nebat

    • Genc-i nihan uş benim kevn ü mekan uş benim
    • (Gizli hazine benim işte, varlık ve yer de benim)
    • Cism ile can uş benim vacib ile mümkinat
    • Bag ile bostan benim taze gülistan benim (gülistan: gül bahçesi)

    Kafire tufan benim münine Nuh u necat (necat: kurtuluş)

    ....

    Bay ile yoksul benim yolcu ile yol benim

    Kim ki bu mensubeyi oynamadı oldu mat

    • Mülk ile ile malik benim muhyi vü halik benim
    • (muhyi vü halik: canlandırıcı ve yaratıcı)
    • Mürşid ü salik benim abid-i aşnam ü Lat
    • (Mürşid ve talib-mürit, dosta ve Lat’a (Kabedeki put) tapan benim)

    Haşr ile mahşer benim sahib-ül kevser benim

    Hem gezerim derbeder ki ehl-i zekatım zekat

    ....

    Şem ile pervaneyim bahr ile dür daneyim

    Mescid ü meyhaneyim mabed ile Sumenat (Sumenat: Hindu tapınağı)

    • Çarh-ı muallak benim fa’ili mutlak benim
    • Hak ileyim Hak benim ayet ile beyyinat (beyyinat: açıklık, ispatlanabilir)
    • Hem yetiren hem yeten hem bitiren hem biten

    Cümle benim cümle ben dehr ile hem kainat (dehr: zaman)

    • Kendi vücudunda çün buldu Nesimi seni
    • Bildi yakın kendidir mazhar-ı envar-ı Zat (=Tanrı nurlarının açınımı, mazharı)
    • Şeyh Bedreddin’den (ölm. 1420):

    “İnsan Mutlak varlığın (Tanrı’nın) sadık ve parlak bir aynasıdır. İnsandan başka canlı ve cansız hiçbir mahluk böyle bir nailiyet (erişim) görmemiştir... Öyleyse ‘Ben Hakkım, ben bu gerçeğin kendisiyim (ene’l Hak)’ denilebilir mi? Bir ağacın ‘inni enellahü ’, yani ‘ben Allahım’ demesi ve bir insanın bu sözü söylemesinde şaşılacak bir şey bulunmadığının kanıtıdır. Mademki bütün alem Hakkın suretinden ibarettir. O halde her kim ve her hangi şey ‘ben O' yum’ dese, yalan söylemiş olmaz. Çünkü buradaki ‘ben’ sözcüğü alemin bir parçası olan söylemek mazharını taşıyan şahsa değil, alem suretinin gerçek sahibi bulunan Hakk’a işarettir...”

    11. Kaygusuz Abdal’ın Değişik Konular İşlediği Başka Şiirlerinden Örnekler

    11.1 Kaygusuz Abdal Tanrı'nın Anasını Babasını Soruyor

    Kaygusuz Abdal'da Tanrı'yı sorgulama, aşağılama, sövgü, hakaret tehdit ne ararsanız bulursunuz. Yücelttiğini sandığınız an, yerin dibine batırmıştır. Ali ile kıyaslar, okuma yazmada ondan geri kaldığını söyler. Kıldan köprüden önce kendisinin geçmesini ister. Cennet neyise; bahçedir, muhabbet yeridir ama cehennemi karşısına dikmeyi akılsızca bulur. Hele namaz kılmayanı ateşe atan, ancak onun gibi anasız babasız bir piç olabilir. Tanrı'nın heryerde ve herkeste zuhur ettiğini ve tüm sırlarını bildiğini söyler. Bu sırları açıklayıp, onu dile düşürmekle tehdit eder. Dinlerdeki bu tür inançlarla alay ederken, inananları da eleştirmektedir. Tanrı'ya onca başkaldırı ve amansız saldırısına rağmen, sonunu kurnazca bağlıyor, kendini güvenceye almak için. Yaradana inancını ortaya koyup, onunla dost olmak istediğini vurguluyor. Böylelikle tanrıyla şakalaştığı ve ona naz yaptığına inandırıyor okuyanları:

    Yücelerden yüce gördüm

    Erbabsın sen yüce Tanrı

    Bu allahlığı sen nereden

    Satın aldın kaça Tanrı

    • Ali ile bir olmuşsun
    • Bir mektepte okumuşsun
    • Ali olmuş hafız kelam
    • Sen okursun hece Tanrı
    • Kıldan köprü yaratmışsın

    Gelip geçsin kullar deyu

    Hele biz beri duralım

    Yiğit isen geç a Tanrı

    • Yaratmışsın bağ ü cennet
    • Kulların etsinler sohbet
    • Cehennemi niçin yarattın
    • Be akılsız koca Tanrı
    • Unuttun diye namazı

    Bizi ateşe atarsın

    Kul yanması abes değil

    Gel bas kızgın saca Tanrı

    • Senin kulların anılır
    • Atası anası ile
    • Senin anan baban yoktur
    • Benzersin bir pice Tanrı
    • Seni her yerde görürüm

    İçini dışını bilirim

    Sırrın halka faş edersem

    Halin olur nice Tanrı

    • Kaygusuz'em der buradan
    • Cümle mahluku yaradan
    • Kaldır perdeyi aradan
    • Gezelim bilece Tanrı
    • Kaygusuz Abdal bir başka şiirinde Tanrı'nın, neden insanı çamurdan yaratıp da işleri karıştırdığını sorguluyor. Balçıktan yoğurup yaptığı(!) insanlara günah yükleyip, hem de bakkalmış gibi onları tartması, ağır gelenleri katran kazanlarına atması, kıldan köprüden geçirmesini anlamsız buluyor. Bütün bunları neden yaptığını sorarken, bu saçmalıklarla insanların kafalarının bulandırılması, aşağılanması ve korkutulmasını dile getirerek, toplumsal eleştiriye dönüştürüyor. Gerektiğinde en yapılamaz denileni, uçmayı başararak korkuların aşılabileceğini gösteriyor Tanrı'ya meydan okuyarak:

    Adem'i balçıktan yoğurdun yaptın

    Yapıp da neylersin bundan sana ne

    Yarattın insanı saldın cihana

    Salıp da neylersin bundan sana ne

    • Bakkal mısın teraziyi neylersin
    • İşin gücün yoktur gönül eğlersin
    • Kulun günahını tartıp neylersin
    • Geçiver suçundan bundan sana ne
    • Katran kazanını döküver gitsin

    Mümin olan kullar didara yetsin

    Yılana emreyle tamuyu yutsun

    Söndür şu ateşi bundan sana ne

    • Sefil düştüm bu alemde naçarım
    • Kıldan köprü yaratmışsın geçerim
    • şol köprüden geçemezsem uçarım
    • Geçir kullarını bundan sana ne
    • Kaygusuz'um aydur cennet yarattın

    Nice kullarını ceh'neme attın

    Nicesin ateş-i aşk ile yaktın

    Yakıp da neylersin bundan sana ne

    Bu şiirden tasavvufun naz makamını belirleyecek inanca ilişkin tek dize, “Mümin olan kullar didara yetsin” olabilir. İnanan, korkuyla değil sevgiyle sana ulaşır, didarını (yüzünü) görür, anlamındadır.(42)

    11.2 Kaygusuz “Pişmeyen Kaz” Gerçeküstü Simgesiyle Yaşamın Güçlüklerini, Toplumsal ve Bireysel Sorunların Çözülmezliğini Anlatıyor

    Bir kaz aldım karıdan

    Boynu uzun borudan

    Kırk abdal kanı kurutan

    Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

    • Sekizimiz odun çeker
    • Dokuzumuz ateş yakar
    • Kaz kaldırmış başın bakar
    • Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
    • Kaza verdik birkaç akça

    Eti kemiğinden pekçe

    Ne kazan kaldı ne kepçe

    Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

    • Kaz değilmiş be bu azmış
    • Kırk yıl Kafdağında gezmiş
    • Kanadın kuyruğun düzmüş
    • Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
    • Kazı koyduk bir ocağa

    Uçtu gitti bir bucağa

    Bu ne haldir hacı ağa

    Kırk gün oldu kaynatırız kaynamaz

    • Kazımın kanadı selki
    • Dişi koyun emmiş tilki
    • Nuh nebiden kalmış belki
    • Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
    • Kazımın kanadı sarı

    Kemiği etinden iri

    Sağlık ile satma karı

    Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

    • Kazımın kanadı ala
    • Var yürü git güle güle
    • Başımıza kalma bela
    • Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
    • Suyuna biz saldık bulgur

    Bulgur Allah deyü kalgır

    Be yarenler bu ne haldir

    Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

    • Kaygusuz Abdal nidelim
    • Ahd ile vefa güdelim
    • Kaldırıp postu gidelim
    • Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
    • Kaygusuz Abdal, şiirin sonunda kendini ele veriyor: Bunu verdiği söze (ahd) sadık kalarak (vefa) postunu (sırtına atıp) kaldırıp gitmesinden anlıyoruz. Görünüşte kendi üzerine aldığı bir hizmeti yerine getiremeyişi, çeşitli nedenlerden dolayı işini pişirip kotaramadığını anlatıyor Kaygusuz. Bir türlü pişmek bilmeyen kaz simgesiyle gerçeğin ötesindeki doğruyu (sürrealistik gerçekliği), yani döneminin inançsal ve toplumsal yaşamı içinde yaşanan zorlu koşulları ve olayları, sorunların çözülmezliğini gösteriyor; onları alaya alarak, gülmeceye çevirerek irdeliyor. Bu tür şiirlerinde Kaygusuz olmazları, zıtları, benzemezleri ve birbirine aykırı özne ve nesneleri öylesine eylemlerde buluşturuyor ki, asla karşı çıkamıyor ve gülerken düşünüyorsunuz.

    Toplumsal eleştirilerini, amansız yergilerini simgelerle örgülemiş ve gerçeküstü ögelere dönüştürmüştür Kaygusuz Abdal. Gerçekleri tüm çizgisel ayrıntılarıyla (realistik) değil, o çizgilerden geometrik paraboller, biçimlenmeler oluşturarak gösteriyor. Özümsediği gerçekliği, kaba çizgisel doğrularından uzaklaştırıp kendisine yabancılaştırılmış havası veriyor, ama bu şiirlerindeki simgelere yüklediği yoğun anlamlar içinde, okuyan dinleyen her birey ve topluluk kendi gerçeklerini görüyor ya da düşlerini, özlemlerini yaşıyor. Kaygusuz’un bu şiirlerde kullandığı dil, kırda bayırda dolaşan gün bulup gün yiyen gezgin Torlakların, Kalenderlerin; yaylaktan yaylağa göçen, mezralar, köyler ve küçük kasabalarda en kötü sosyo-ekonomik koşullar içinde yaşayan Alevi Türkmen halkların Türkçesi; yani ağır vergilerin, zorla alınan borçların altında ezilen alt toplumsal tabakaların dili.

    “Boru boyunlu kazlar, tarlalara üşüşen kelebek sürüleri, işlenmeyen ve bataklığa dönüşerek sivrisineklere yuva olmuş tarlalar, develer, eşekler, balıklar, leylekler, kavaklar, dağlar, ovalar”

    onların koyun koyuna yaşadıkları doğa ve can yoldaşları.

    Bu nedenle Kaygusuz Abdal’ın bu sürrealist şiirlerini çok rahat anlıyorlardı. Zaten halk, kendi aralarında bu sözcüklerin ve söz kümelerinin her birine onlarca mecazi anlamlar yükleyerek -simgeler aracılığıyla- konuştukları dili yönetici sınıfa karşı koruma aracı yapmışlardır. Devleti, padişahı, memurları ve beyleri simgeler kullanarak, mecazlar üreterek eleştirmişlerdir. Toplumsal korunma içgüdüsünün, ya da toplum bilincinin yarattığı masallarda, destanlarda türkülerde hâlâ yaşamaktadır. Örneğin,

    “Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu sinek kapmış gördün mü? Amanın tiridine bandım... Sabahtan erkenden çifte giderken / Öküzüm torbadan düştü gördün mü? / Amanın tiridine bandım...”

    gibi türküler çığırıp ve “Aslı yok yaylasında onbin koyundan” haber veren uzun havalı kaşık oyunuyla hem eğlenir-eğlendirir, hem de toplumsal eleştirilerini yaparlar.

    Kaygusuz Abdal da aynı kaygıyla, yergilerini, toplumsal eleştiri ve gerçekleri, halkın diliyle halka bu yöntemle götürmüştür. Bu şiirler aynı zamanda, genele açık pazar yerlerinde, hanlarda kervansaraylarda, çarşılarda ve panayırlarda sazla okunup gülünecek, eğlenilecek ve zevk alınacak destanlardır.

    Olmazlar destanı ile gerçeği anlatmak!

    Allahımın dağında üç bin balık kışlamış

    Susuzluktan bunalmış kanlı ister göçmeğe

    • Leylek koduk (sıpa) doğurmuş ovada zurna çalar
    • Balık kavağa çıkmış söğüt dalın biçmeğe
    • Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına

    Sivrisinek derilmiş ırgad olup biçmeğe

    • Bir sinek bir devenin çekmiş budun koparmış
    • Salunuben seğirdir bir yar ister kaçmağa
    • Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklenmiş

    Gah yorgalar gah seker şehre gider satmağa

    • Donuz düğün eylemiş ayuya kızın vermiş
    • Maymun sındı getirmiş kaftan gömlek biçmeğe
    • Deve hamama girmiş dana dellaklık eder

    Su sığırı natır olmuş növbet ister çıkmağa

    • Kaygusuz’un sözleri Hindistan’ın kozları
    • Bunca yalan söyledin girer misin uçmağa
    • Kendi kendisine sözde övgü

    Dinle imdi şu ben beni ögeyin

    Usta Kerem elüm vardur her işde

    Şöyle kesad düşmiş iken...

    Ya alkışda bulınasız ya kargışda

    • Durup bir şehre ugruluga vardum
    • Bir ok ile bin bir varyimez urdum
    • Çarşu çarşu dükkan komadum yardum
    • Bin tay ipek çıkardum bir kirişde
    • Evvel vardum usta yanunda okıdum

    Ustam beni dögdi ben kakıdum

    Çulla hem bin bir çile bez dokıdum

    Hisabı var argaç ile arışda

    • Terziyüm parmaga yüksük takarum
    • Yanum sıra yitmiş şakird nökerüm
    • Bir dürtişde bin bir kafdan dikerüm
    • Aslı vardur ignesini sürişde
    • Bir sıçrayışda doksan tepe aşdum

    Bir avuçda yüz mut darı saçdum

    Marsuvanla at katır komadum geçdüm

    Hiç önüme kimse gelmez yarışda

    • Dahı yeltenürem illa geçmedüm
    • Çok günah işledüm illa açmadum
    • Anında muzlimesinden kaçmadum
    • Üç yüz altmış kelek kuçdum oruçda
    • Kaygusuz dir günahlarun çok senün

    Günahını bağışlasın Hak senün

    Hiç bu sözde bir kusurun yok senün

    Oranlayıp top top idüp sürişde

    11.3 Kaygusuz Abdal “aşka düşmüş sakalını bıyığını kırkarken” , “dizini dikip oturan” Eksik ve Bilgisiz Kadınların Okutulup Eğitilmesini İşaret Ediyor

    Ben bu aşka düşeli

    Bu sakalı kırkarım

    Dost ile bilişeli

    Bu sakalı kırkarım

    • Ben kırkarım o biter
    • Çimende bülbül öter
    • Usta berber der yeter
    • Bu sakalı kırkarım
    • Aşka olup mülazım

    Bilindi cümle razım

    Gayrı sakal ne lazım

    Bu sakalı kırkarım

    • Ben çaları tanbura
    • Giyinirim tennure
    • Hak çerağın uyara
    • Bu sakalı kırkarım
    • Var mı bunda bir hatam

    Gayrı gönülden atam

    Çok mu gelir bir tutam

    Bu sakalı kırkarım

    • Bem gezerim yazıda
    • Kuvvetim var bazuda
    • Ne işim var kadıda
    • Bu sakalı kırkarım
    • Kaba sakal istemem

    Hep kesilse gam yemem

    Hiç kısa uzun demem

    Bu sakalı kırkarım

    • Sakalımla başımı
    • Bıyığımı kaşımı
    • Hak onara işimi
    • Bu sakalı kırkarım
    • Kaygusuz Abdal menem

    Fartı furtu bilmenem

    Bir tüyünü koymanam

    Bu sakalı kırkarım

    ***

    Hey erenler hey gaziler

    Avrad bizi döğeyazdı

    Çekdi sakalım kopardı

    Bıyığımı yolayazdım

    • Baltanın sapını kaptı
    • Kağnının küpünü söktü
    • Silkindi üstüme çıktı
    • Kemiklerim kırayazdı
    • Avrad sormadı suçumu

    Çekdi kopardı saçımı

    Kırdı eğemin ucunu

    Yine bizi döğeyazdı

    • Avrad oldu bize vezir
    • Bizi etdi köye kizir
    • Gahi tuz ister gah bezir
    • İnek gibi gibi sağayazdı
    • Kaygusuz’um der ki ni’dem

    Başım alam nere gidem

    Ben bu avradı ne idem

    Bizi köyden koğayazdı

    ***

    Eksik avradın kötüsü dizini dikip oturur

    İşinin kolayın bilmez yüzünü yıkıp oturur

    • Boğaza takmış akigi aşına bulmaz kekigi
    • Yeni donunun sökügü dizine takıp oturur
    • Ayağında meşin fesi kolunda gümüşün hası

    Soyunmaya elbisesi taşraya bakıp oturur

    • Yata yata karnı şişer eşiğin başaına işer
    • Bitler kanatlanmış uçar sirkeye bakıp oturur
    • Eline yakmış kınayı ocağa vurmuş tavayı

    Suya batırmış kovayı akara bakıp oturur

    • Çocuklar oynar aşığı köpekler yur bulaşığı
    • Karga da kapmuş kaşığı havaya bakıp oturur
    • Başa bağlamış emiri rençberler sever demiri

    Danalar yemiş hamuru tekneye bakıp oturur

    • Kaygusuz aydur atılmaz pazara çeksen satılmaz
    • Soyunup koyna yatılmaz bir manda çöküp oturur
    • Kaygusuz son iki şiirde öyle simgelere filan başvurmuyor; birlikte yaşadığı, çok yakından tanıdığı iki kadın kişiliğinde topladığı kötü ve yakışıksız davranışları ayrıntılıyor. Ancak kadın tiplerinden böylesine yakınmasını kimseyi, Kaygusuz’un kadınları sevmediği, onları aşağıladığı varsayımına götürmesin. Kaygusuz’un kadınsız günü yoktur; “zangadek (ansızın) âşık olan” ve Torlak kılığına bakmadan, “her seher vakti karşısına” çıkıp bir dilberin “lebinden buse” isteyen bir ozandır o. Urum’da, Şiraz’da, Çin ve Hitay’da gönül eğlendirdiği “yari” vardır, Şiraz’dakiyle birlikteyken, Urum’dakini düşünür. Edirne’de, Filibe’de, Yanbolu’da, “Manastır’da başı açık” kadınlarla ilgilendiği ve seviştiğini açık açık anlatır şiirlerinde.

    İlk bakışta, huysuz bir kadınla yaşanan mutsuz bir aile ortamını anlatan üçüncü şiirde, dönemin günlük yaşamını da görmekteyiz. Ailede bu türden olumsuz özelliklere sahip bir kadının bulunmasının, nasıl mutsuzluklar ve sorunlar yaratacağı ortadadır. Bu bağlamda şiirin içinde kadının okutulup eğitilmesi, kurtulması gerektiği sürrealist gerçeklik yatıyor. Bir önceki şiirden rahatça anlaşıldığına göre, Kaygusuz Abdal mutsuz bir evlilik geçirdiği için, yaşadığı gerçekliği topluma malederek kendisi gibi olanların da sözcülüğünü yapmaktadır.

    12. Kaygusuz Abdal’ın Yapıtları Üzerine Birkaç Söz ve Sonuç

    Kaygusuz Abdal’ın çok sayıda olan yapıtlarını anlatım yönünden üçe ayırmak gerekiyor:

    • 1)     Şiirsel yapıtları,
    • 2)     Düzyazı yapıtlar,
    • 3)     Düzyazı-şiir karışımı yapıtlar.
    • Abdurrahman Güzel bu yapıtları (Doçentlik yıllarında), farklı nüshaları dahil, tek tek görmüş ve incelemiş; karşılaştırmalar yaparak kendi anlayışına uygun olanları öne çıkartıp dökümünü yapmış ve yapıtların çok kısa özetlerini vermiş bulunmaktadır.(43) Bu sayfalardan özetlersek: Kaygusuz’un şiirsel yapıtlarından Divan’ında bulunan iki yüz şiirin büyük çoğunluğu gazeldir. Hece vezniyle yazdığı otuza yakını ise Güzel’in şathiye olarak adlandırdığı, başlarda açıklamalı örneklerini verdiğimiz gerçeküstücü toplumsal yergi şiirleridir. Gülistan, batıni tasavvuf inanca göre dünyanın ve Adem’in yaratılışı ve peygamberler tarihinin şiirsel öyküsüdür. Baba Kaygusuz üç lirik Mesnevi’sinde tasavvufi konulardaki coşku ve heyecanını dışa vurur.

    Aşağıya aldığımız 71 beyitlik bir mesnevi olan Gevhernâme onun vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışını gevher simgesiyle dile getirir. Minbernâme şiirinde ise kendi özünü (nefsini) bilmenin Tanrıyı bilmekle eşdeğer olduğunu açıklığa kavuşturur.

    Kaygusuz Abdal, şiirlerinden ancak yüzde yirmisini hece vezniyle yazmış. 500’e yakın gazeli ve 8000 beyit dolaylarındaki mesnevilerinde ise aruz vezni kullanmıştır.

    Abdurrahman Güzel, Kaygusuz’un “Budalanâme, Kitab-ı Miglate, Vücudnâme ve Risale-i Kaygusuz Abdal” adını taşıyan dört düzyazı eserini, uzun özetleriyle birlikte eleştiri ve yorumlarıyla tam metinlerini yayınlamıştır Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları arasında çıkan kitabında. Zaten 1981 yılında Kültür Bakanlığı’nın yayınlamış olduğu olduğu “Kaygusuz Abdal” kitabında, şiir-düzyazı karışımı Saraynâme ve Dilgüşa’la birlikte Kaygusuz’un tüm yapıtlarının özetlerini vermiş; edebiyat ve tasavvuf inancı yönünden inceleme ve değerlendirmelerini yapmış bulunuyordu.

    Ancak, yukarıda karşılaştırmalı örneklerde çok kısa bazı paragraflarını verdiğimiz bu metinler Abdurrahman Güzel’in düşünce ve yorumlarıyla öylesine birbirine karışmıştır ki, onların özgünlüğü güven uyandırmamaktadır. Araştırmacı ve bilim adamlarının tarih ve topluma karşı büyük sorumluluğu vardır, bunu asla unutmamalıdır. Bu tür bilimsel çalışmalarda özgün metin (ilk yazıldığı dil ve yazı), çeviriyazı (transcription) ve çeviri-açıklama-yorum birbirinden bağımsız olarak verilir aynı kitap da olsa. Yapıtın tümelliğini sayfalar ve paragraflara yollamalar-dipnotlar sağlar. Bu kurallara uymadığınız takdirde, sizden farklı düşünen başka araştırmacılara inceleme olanağı vermemiş ve o yapıtı tekelinize almış olursunuz. Bu asla bilimsel tavır değildir ve bilimin onurunu çiğnemektir. Abdurrahman Güzel, Kaygusuz’un yapıtlarına Sünni görüş açısından ve 12 Eylül anlayışının devlet felsefesi ve kendisinin de mimarlarından olduğu Türk-İslam sentezi doğrultusunda değerlendirmiş. Bilim adamı tarafsızlığını göstermemiş ve kendi düşünce yapısına uygun davranmıştır.

    Güzel’in tamamıyla karşı olduğumuz olumsuz değerlendirmelerine rağmen kitaplarını, Kaygusuz Abdal üzerine şimdiye kadar yapılmış araştırmalar arasında en ciddiye alınacak çalışma olarak görüyoruz. Gerçekten de Kaygusuz Abdal Sultan’ın bilinen ve bilinmeyen tüm yapıtlarını, elyazmaları halinde kitaplıkların küflü arşiv raflarından gün ışığına çıkarmış ve biraraya getirerek incelemiş olması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenledir ki, bu çalışmamızı Abdurrahman Güzel’in kitapları üzerinden yaparak, Kaygusuz Abdal’ın kimliği, yaşamı, inanç felsefesi hakkındaki düşünce ve görüşlerimizi özetlemeye çalıştık.

    Son söz olarak şunu söylemek istiyoruz: Kaygusuz Abdal Sultan’ın bütün bu şiirsel, düzyazı ve karışık yapıtlarının özgün metinleri, doğru ve düzgün çeviriyazıları (transkripsiyonu), uzmanları tarafından tüm tarihçi, araştırmacı yazar ve bilim adamlarının incelemesine sunulmadıkça, bu büyük Alevi düşünür ve ozanını gerçek anlamda tanımak ve değerlendirmek olası değildir.

    13. Kaygusuz Abdal’ın Mesnevilerinden Örnekler

     -Dolapnâme-

    Sual ettim bugün ben bir dolaba

    Niçün daim sürersin yüzün aba

    Niçün bağrın deliktir gözlerin yaş

    Sebeb neden dolaştın bu itaba

    İnildinden delindi dertli bağrım

    Firakından ciğer döndü kebaba

    Ne zulmetti sana bu çerh-i gerdun

    Ki derdin defteri sığmaz kitaba

     

    Dolab eydür eya gözüm çırağı

    İşitmeğe cevabım aç kulağı

    Benim budur sorarsan sergüzeştim

    Ki ben yaylar idim bir yüce dağı

    Geçirmiştim seradan göklerimi

    Eriştirdim süreyyaya budağı

    Durağa derneşüben kaumu kuşlar

    Budağunda tutarlardı otağı

    Öterdi tuti vü kumri vü dürrac

    Geçirdim bir zaman bu resme çağı

    Heves bağında can mürgi gezerken

    Üzüldü ömr kuşunun tuzağı

    Kaza koptu meğer dest-i Huda’dan

    Ki bir şahs irişüb saldı nacağı

    Delüben bağrımı taktı kemendi

    Sürüdüler dolaştım her sokağı

    Sokaklarda niçe müddet yaturken

    Gelen geçen ururlardı ayağı

    Demir mıhlar dokundu yütrgimr

    Kaza destiyle çerhin çomağı

    Zekerya gibi bağrımdan delüben

    Dolap içün düzelttiler yerağı

    İnilerüm ben anda dost deyüben

    Gözüm yaşı sular büstan ü bağı

    Felek kime tatırdı bir kaşık bal

    Sonunda sunmada tas ile ağı

    Şüleyman kim sürerdi tahtını yel

    Son ucu toprağa kodu yanağı

    Skender kim cihanı Kaf ber Kaf

    Tutup hükmiyle sürmüştür yasağı

    Gezip zulmet ararken ab-ı hayvan

    Dolu zehr ile sundular eyağı

    Kani Kayser kani Kisra kani Sam

    Belürmez bunların yurdu durağı

    Cihanın varlığı baştan başa hep

    Bela yurdudürür mihnet ocağı

    Resul buna çü beyt-ül-ankebut der

    Pes ol olur m(n)ekeslerin durağı

    Baka ehli fenada mülk edinmez

    Bakadır onların yeri durağı

    Alai Gaybi bundan tekke kılmaz

    Hak’ın fazlıdürür ancak dayağı

    Sabır seccadesin altına almış

    Tevekkülden kuşanmıştır kuşağı

    Sözünü Kaygusuz arife söyle

    Ne bilsün sükkeri dana buzağı

    -Minbernâme-

    Eya aklı ile irfanım deyenler

    Eya mülke Süleyman’ım deyenler

    Eya bildim deyenler cümle hali

    Eya vardım deyenler doğru yolu

    Hakkı buldum deyu irşad edersin

    Depersin minberi feryad edersin

    Ne bildin neye erdin işbu halde

    Akıllar mat olubdur bu hayalde

    Buna akl ile kimse ermemiştir

    Göziyle kimse Hakk’ı görmemiştir

    Bu bir deryadürür akıllar ermez

    Özünden geçmeyen Rab’bini bilmez

    Dilersen bulasın kevn ü mekanı

    Özünden fariğ ol Rab’bini tanı

    Ki sen benliğini gider aradan

    Bilesin ta seni kimdir yaradan

    Sen ü ben eylemek şeytan işidir

    Sen ü ben eylemez ol kim kişidir

    Özünden gayri kul görmez arada

    Hak’ı hazır görür ağ ü karada

    Dilersen olasın mahrem-i esrar

    Bu dünya gavgasına uyma zinhar

    Feragat ol cihanın gavgasından

    Ki nefsin kurtarasın fitnesinden

    Hemen seyrancısın seyranın eyle

    Sakın deme ol öyledir bu böyle

    Özüne gel özüne Tanrı dostu

    Sana direm budur sözün dürüstü

    Cihan halkının işbudur hayali

    Hayali gice gündüz mülk ü mali

    Eğer söyler olursan Hak sözünü

    Çevirir yüzünü örter gözünü

    Azazildir Hak’a eylemez ikrar

    Gerekse söyle ana bunca tekrar

    Binüpdür nefs atına ha seğirdir

    İşitmez kulağı hemen sağırdır

    Hemen bir birinin aybın gözedir

    Ne idüp nice ideceği bilmez

    Birinin unduğun biri dilemez

    Eğer malin varsa kavm ü kardaş

    Cihan hlkı seninle cümle yoldaş

    Eğer kendü halinde bir aşıkdur

    Ona derler ki iş sevmez ışıkdur

    Aşık olsam adım tenbel Alayi

    Eğer sofi isem derler mürai

    Ha bir cenktir biri birin beğenmez

    Arifler Hak’dan özge nesne bilmez

    Bulurlar bir sözü bin söz ederler

    Koyup doğru yolu eğri giderler

    Söz ile bulmak olsa idi Hak’kı

    Uçup arşa çıkay(r)dı fakı

    Cihanda şimdi kavga çoğalubdur

    Cihanı fitne-i şeytan alubdur

    Eğer alim eğer sofi vü derviş

    Heman şöhret olubdur cümle cünbiş

    Ko sözü fariğ ol Kaygusuz Abdal

    Ki sözden açılur cümle kil ü kal

     -Esrarnâme-

    Esrarı gördüm bugün binmiş gider bir ata

    Şöyle kim derviş olmuş herkiz (asla)söylemez hata

    • Hızır donudur donu Hakk’a doğrudur yönü
    • Şöyle cüst eyler beni erişince gizlü ta
    • Kırmızı don giyinür yeşil kubbe sarınur

    Miskinlikten görünür iner alçak sıfata

    • Sufiler bunu yerer bittiği yeri sorar
    • Gazel olmadan derer hissesi var kuvvete
    • Sufi yemez haram der gizlice de görem der

    Gelen yıl çok derem der ister birazın sata

    • Bir kişi kim ayıktır yabanda bir o yoktur
    • Anın hiç aklı yoktur ta’neyleye bu ota
    • Bir kişi kim hayrandır yer gök ona seyrandır

    İnsan değil hayvandır başın bürüye yata

    • Gel ey miskin Kaygusuz esrardan al öğüdün
    • Bu aşıklar otudur yemez verme her tata
    • -Gevhernâme-

    Esselam iy dürr-i derya-yı cemal

    Esselam iy afitab-ı bizeval

    • Esselam iy heşt Cennetü’n-Naim
    • Esselam iy bag-ı erzani vihal
    • İy sıfatım “Kulhüv’allahü ahad”

    Her dem içinde kadirsin her sahad

    • Cümle sıırı sen bilürsin iy Kadir
    • Bi-şeriksin bi-misalsin bi-nazir
    • Külli sensin aşikare vü nihan

    Yirde gökde yine sensin cisme can

    • Külli sensin mute’ber ü mıhtasar
    • Ol ki sensüzdür fişar ender fişar
    • Senden özge cümlenin canı yok

    Pür kemalsün kudretün noksanı yok

    • Malike’l-mülksün kadim ül lemyezal
    • Mahlukun haliki sensin Zü’l-celal
    • Degme bir zerrede bin dürlü aceb

    Sen bilürsün sen kılarsun iy Çalab

    • Padişahsın bi-sipah (u) bi-vezir
    • Kalmışa hem yine sensin destigar
    • Söz öküşdür kendü halüm söylerem

    Derdümi vasf-ı hikayet eylerem

    • Kim bu tenüm yoğidi ben can idüm
    • Katre degül ezeli umman idüm
    • Ol alemde bu alem olmaz idi

    Ay (u) güneş gedilüb tolmaz idi

    • Birlik idi olmaz idi ayrulık
    • Yoğidi ölmek direlmek sayrulık
    • Hem o demde biz dahı andayıduk

    Ol alemde bile cevlandayıduk

    • Hem o demde yogidi ins (ü) melek
    • Gerdiş-i gerdan degüldi nüh felek
    • Dahı yirler kan-ı ma’dendeyidi

    Ketre varı külli ummandayidi

    • Arş u fer ü gav (u) mahi yogidi
    • Cümle varlık heman ol Allah idi
    • Diledi kim sani-i perverdigar

    Kendi kudretin kılaydı aşikar

    • Mevce gelüben o derya kıldı cuş
    • Mevc ıle beni kenara saldı uş
    • Mevc içinden taşra düşdi bir güher

    Öyle gevher kim misal-i muteber

    • Deryayidüm katre oldı menzilüm
    • Buyidi bu hal içinde müşkilüm
    • Çünki gevher taşra düşdi deryadan

    Vuslatı fürkat ayırdı ortadan

    • Ol gühere bunca zaman Tanrılık
    • Eyleyüben kendüsi oldı aşık
    • Işkun dahı bünyadı andandurur

    Işk-ı varak hem ol divandandurur

    • Ol güherden bunca hüner eyledi
    • Bunca hikmet bahr u hem berr eyledi
    • Asl-ı hikmet ol bir gevherdendürür

    Gevher aslı heman ol birdendürür

    • Ol güherden oldı bu cümle alem
    • Ne kim vardur yir ü gök levh ü kalem
    • Yidi yılduz hem ol gevherdendürür

    Cümle hüner hem ol gevherdendürür

    • Andan oldı evliya vü enbiya
    • Birlik olur karışıcak su suya
    • Toprak aslı gine toprakdandurur

    Cümle varlık heman ol Hak’dandurur

    • Ol güherin bir adı Mahmud idi
    • Baht içinde tali’i mesud idi
    • Ol gher Adem tonunı ihtiyar

    Eyleyüben hem o dem kıldı karar

    • Adem’i gevhere sadef eyledi
    • Yani bu mülki müşerref eyledi
    • Sadef içinde muradum dürdürür

    Dürr ü sadef Hak katında birdürür

    • Dürr ü sadef yine ma’dende biter
    • Aslı birdür yine bir kanda biter
    • Su dilersen bardağa kılma nazar

    Bardak içinde suyı kıl ihtiyar

    • Cümle bir çeşme suyıdur iy veli
    • Tutalum bardag kiçidür ya ulı
    • Külli suyun aslı birdür iy aziz

    Su temizdür bardagun kılgıl temiz

    • Ger degülsen sen bu hikmetden gafil
    • Gafil olma yol içinde iy akil
    • Ehl-i tevhid ol ki canun şad ola

    Şakird olan akıbet üsted ola

    • Ol güher idi Muhammed’in canı
    • Anun içün dutdı cümle sayvanı (cihanı)
    • Anun için oldı alem gül-sitan

    Ud sandal serv ü tüba ergavan

    • Hur u Cennet vahş u tayr u akl u can
    • Ol güherdür cümlenin aslı heman
    • Cümle alem ışkına kıldı karar

    İhtiyar oldur kamuda ihtiyar

    • Buyidi kim vasf-ı halüm söyledüm
    • Anı kim gördüm hikayet eyledüm
    • Her ne ilm üstaddan gördümise

    Akl içinde her neye irdümise

    • Nazm kıldum bir dasitan eyledüm
    • Buyidi şikeste beste söyledüm
    • Taze gülden desteler çin eyledüm

    Her nefesi buy-i müşkin eyledüm

    • Benefşe(yi) nergise kıldum nisar
    • Tuninün öninde komışam şeker
    • Goncenin yüzinden açdum perdeyi

    Güneş ile bile görmişem ayı

    • Nesterani güle burka eyledüm
    • Gülşeni bülbüle otag eyledüm
    • Ben fakirem kuş dilinden anlamam

    Tutiye şekker gerek hare saman

    • Ne ekersen anı bitürür çekirdek
    • Tavuk yumurtasından çıkmaz ördek
    • Şahbazun cinsi heman şahbaz ola

    Hümanun hüma bazun baz ola

    • Dervişem ben Mustafa kıldı nazar
    • Hem anun bahşayişidür bu haber
    • Yohsa ben kendü halümi anlaram

    Sözümi heman yirinde banlaram

    • Aşık isen Kaygusuz Abdal gibi
    • Sana bir hırka hemandur şal gibi
    • Anı ko kim Mustafa murdar didi

    Anı koyana erenler er didi

    • Tekebbürlük eyleyen mel’un olur
    • Nitekim şeytan gibi bi-din olur
    • Yol içinde alçaga ko menzilün

    Ta ki hallolmak dilersen müşkilün

    • Meskenet toprağına her dem yüzün
    • Süre dur kim ta bilesin kend’özün
    • Toprak olmayınca gevher olmadı

    Toprağa düşen güher hiç solmadı

    • Toprak ol toprak gibi teslim vücud
    • Cümle alem toprağa kıldı sücud
    • Evliyayı bil ki benzin solmaya

    Hiç mukallidler müselman olmaya

    • Evliya oldı delil- bürhanum
    • İnsan-ı kamilde buldum sultanum
    • Yidi gün yidi gice ol na tüvan

    Bekledi peygamberün kabrün heman

    • Bu nasibi anda sundular ana
    • Hem didiler aduna Gevhername
    • Kıymetün bilür anun sarraf olan

    Gıll u gişdan kalbi daim saf olan

    • Gevhername burada oldı temam
    • Vir Resul’un ruhına yüzbin selam
    • Kaynaklar:

    Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal. Ankara 1981.

    Abdurrahman Güzel:Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri.Ankara 1983.

    Abdülbaki Gölpınarlı: Alevi Bektaşi Nefesleri. İstanbul 1963.

    Bernard Lewis: The Jews of Islam (İslam Yahudileri). Princeton University Press 1987.

    İsmail Kaygusuz: Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihive Uluları I. İstanbul  1995.

    İsmail Kaygusuz: Alevilikte Dar ve Pirleri. 2.Basım, İstanbul 1995.

    İsmail Kaygusuz: Görmediğim Tanrıya Tapmam. İstanbul 1996.

    Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin. İstanbul 1977.

    Sadeddin Nüzhet Ergun: Bektaşi Şairleri ve Nefesleri. Ankara 1955.

    Saint Athanase, çev. Arnauld D'Andilly: Vie de Saint Antoine, Pére des Moines du Désert (Çöl Keşişlerinin Babası Saint Antoine'nın Yaşamı), Paris 1943.

    Vasfi Mahir Kocatürk: Türk Edebiyat Tarihi. Ankara 1970.

    Yaşar Yücel: Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar Eratna Devleti, Kadı Burhaneddin Ahmet ve Devleti... II. Ankara 1989.

    Yaşar Yücel: Çobanoğulları-Çandaroğulları Beyliği I. Ankara 1988.

    1 Menakıbnâme’den aktaran Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri. Ankara 1983: 22.

    2 Sadeddin Nüzhet Ergun: Bektaşi Şairleri ve Nefesleri. Ankara 1955: 26.

    3Sadeddin Nüzhet Ergun, Bektaşi Şairleri ve Nefesleri, s. 28.

    4 Mesaliku’l-Ebsar’dan aktaran Yaşar Yücel: Çobanoğulları-Çandaroğulları Beyliği I. Ankara 1988: 184, 201.

    5 Kaygusuz Abdal Menakıbnâme’sinden aktaran, Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal. Ankara 1981: 41-42.

    6Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s. 54, dipnt. 25.

    7 Bu motif zaten 8. yüzyılda “tacını tahtını terkeden İbrahim Ethem (ölm. 777) ile İslam sufizmine, yani tasavvufa girmiştir. Belh prensi olan İbrahim Edhem, Suriye gezisi sırasında tanıştığı Hıristiyan mistiklerinden rahip Simeon'dan gnosizmi, yani marifeti tanıma yöntemi olan dünya nimetlerini terk etmek olan çilecilik (murakaba, inziva) sanatını öğrenmiş. Sonra bunu İslam tasavvufuna taşımış olduğu bilinmektedir. Ancak, Suriyeli rahip Simeon'dan dört yüzyıl önce Hristiyanlığa bu inanç yöntemi girmiştir. Mısırlı 'çöl keşişlerinin babası' olarak tanınan Aziz Antonius'a (ölm. 356-357), genç ve çok varlıklı bir kimsenin oğlu iken Tanrı şöyle sesleniyordu: "Eğer mükemmel (kamil insan) olmak istiyorsan, git sahibolduğun herşeyi sat ve parasını yoksullara dağıt. Sonra gel beni izle; sen gökte bir hazine olacaksın!" (Saint Athanase, çev. Arnauld D'Andilly: Vie de Saint Antoine, Pére des Moines du Désert. Paris 1943: 8.)

    8 Abul Hattab (ölm. 762) tarafından yazıldığı ispatlanan ve Aleviliğin ilk yazılı kaynağı olarak bilinen Ummu’l Kitab’daki Salsal’ın (Salman) Azazil (Şeytan) ile yaptığı kavgalardan Kaygusuz Abdal’ın esinlendiğini görüyoruz. Kaygusuz’un 1501 yılına tarihlenen Kitab-ı Miglate (Hedefini bulan okun kitabı) adlı yapıtında, çeşitli kötülük gösterileri içinde, Şeyh kılığıyla mana aleminde karşısına çıkan Şeytan’a karşı dokuz kez kavgaya girdiğini görmekteyiz. Ummu’l Kitab’daki ‘Göksel Adem, yersel Cebrail’ Salsal’ın (Salman) yerini Rum dervişi Kaygusuz almıştır. Onun ikinci ve üçüncü kavgasından iki kısa betimleme geçelim:

    “ … ‘Ya Şeyh! yine mi geldün bunda?’ dir. Şeytan kakıdı. Tiz asasun çeküb dervişün üstüne yüridi…Peygamberler tuş tuş söyleşirler ki ol miskin derviş zaif ve naiftir. Koman anı şeytan şimdi öldürür dirler. Bunlar bu sözde iken derviş heman gayretlendi. Arkasından kepenegün çıkardı. Şöyle kodı. Heman i lerü yürüyüp hamle kıldı, el sundı. Şeytanı muhkem tutdı. Ol galebe divan içinde şeytanı basdı. Peygamberler şad oldılar. Dervişe divan kıldılar. Hazeran aferin dediler. Şeytan feryad eyledi. Derviş anı salıverdi. Kepenegün arkasına giyüb geldi oturdı.. Muhammed Mustafa dervişe eydür: ‘Eyü urdın derviş, sen anun hakundan geldün’. Derviş eyitdi: ‘Ya Resula’lah kimesnem yokdur. Garibem, karnum dahı aç. Resul Hazretleri buyurdı. Derviş’e ta’am getürdiler. Yidi karnun toyırdı. Ol demde uykudan benilledi. Uyanıgeldi...Düşidir. Yalnız kendünden gayri kimesne yok. Bu beyti didi:

    Cümle aleme sultan ben oldum

    Saadet gevherine kan ben oldum

    • Ben ol bahr-i muhitem her gönüle
    • Veli bu suret-i insan ben oldum

    Suretümi gören dir ki ademdür

    Surette sıfat-ı Rahman ben oldum”

    “…Derviş’e yine uyku havale oldı yatdı. Yine meclis yine yerlü yerünce…Derviş şah Ali’yi gördi. Elin öpüp eyitdi: ‘Ya Şah! Ol şeyh benümle katı savaşdı. Kanı ol şimdi, kanda gitdi?’ dir. Nagah ol demde Şeytan çıkageldi. Derviş gördü ki ol herifdür…Şeyh dahi gördi. Derviş gelür, eyitdi: ‘Bu ne beladur ki ugradum’ dir. Derviş kepenegün çıkardu, şöyle kodı. Şeytanın üzerine hamle kıldu. Şeytan dahı buna karşu geldi. Birbiriyle cenge durdılar. Cümle peygamberler turup bakarlardı…”

    Derviş Şeytan’ı kaçırdıktan sonra Şah Ali ile Uçmag’ı(Cennet) dolaşırlar. Sonra şu beyitleri okur:

    Hak’a minnet canum külli nur oldu

    İçüm taşım nur ile mamur oldu

    • Uyandı devletüm gaflet habından
    • Bir ile külli varlıgum bir oldu
    • “Bunu didi. Derviş gözün açub baktı. Gördü ki, yerde gökde her ne mahluk ve cemi eşya ki var, cümle fasih kelam ile (açık sözle) söyler. Derviş bu kez bunı böyle söyledi:

    Hak’a minnet ki Hak cümlede mevcud

    Kamu şeyde görinen nuru Mab’ud

    • Ne kim vardur heman nur-ı tecelli
    • Ticaretde kamusu buldılar sud (kazanç)”
    • (“Kitab-ı Miglate”, Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri. Haz. Abdurrahman Güzel. Ankara 1983: 75-129; 89-91)

    9Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal. Ankara 1981: 80.

    10İsmail Kaygusuz: Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihive Uluları I. İstanbul 1995: 208-216.

    11 Menakıbnâme AG nüshasından aktaran Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s.41.

    12Yaşar Yücel: Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar Eratna Devleti, Kadı Burhaneddin Ahmet ve Devleti... II. Ankara 1989: 41-42.

    13 İsmail Kaygusuz: Alevilikte Dar ve Pirleri. 2.Basım, İstanbul 1995: 147-150.

    14Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri. Haz. Abdurrahman Güzel. Ankara 1983: 135-152.

    15Divan’dan aktaran Abdurrahman Güzel, agy. s.202-203.

    16Divan, Mar., v.334a.

    17 Abdurrahman Güzel, agy. s.81-82.

    18 Abdurrahman Güzel, agy. s.205-208.

    19 Abdurrahman Güzel, agy. s.102; Vasfi Mahir Kocatürk: Türk Edebiyat Tarihi. Ankara 1970: 144.

    20 Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin. İstanbul 1977: 229.

    211 Edirne mud’u 11,546 kg olduğuna göre, 11,5 ton pirinç söz konusudur.

    22 Bernard Lewis: The Jews of Islam-İslam Yahudileri. Princeton University Press 1987: 104, 208.

    23Abdülbaki Gölpınarlı: Alevi Bektaşi Nefesleri. İstanbul 1963: 247-252.

    24 Abdülbaki Gölpınarlı, agy. s. 214-215.

    25Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal. Ankara 1981: 180-181.

    26 Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s. 212-213.

    27 Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s. 260.

    28 Varidat, s.125.

    29Budalanâme s.18’den aktaran Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s.263.

    30 Dilgüşa’dan aktaran, Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal. 146-7, 264.

    31Hacı Bektaş Veli, Makalat, s.88.

    32Dilgüşa’dan aktaran, Abdurrahman Güzel, agy. s143-144)

    33Yunus suresi, ayet 62: İyi bilin ki, Tanrının dostlarına, yani evliya (veli’nin çoğulu) için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.

    34 Pes Hak Taala celle cellale dünyada her nekim halk etti ise adem oglanında mevcutdur. Bilki ademde dahı artık vardır. Hacı Bektaş Veli (ölm. 1270 / 72), Makalat, s.79; Seyyid İmadeddin Nesimi’den (ölm. 1404): Hak teala varlığı ademdedir / Ev anundur ol bu evde demdedir... Her ne yerde gökte var ademde var / Her ne ne ki yılda ayda var ademde var / Ne ki elde yüzde var kademde var / Bu sözü fehmetmeyen adem davar, Ey Hakk’ı her yerde aydursun ki var / Sende bes Hak var imiş Hak sende var...

    35Arş ile ferş arasında çok nesneler vardır. İlla ademden ulusu yoktur. Dügeli (bütün) alem adem için halkolmuştur. İmdi gafil olan kimesne ilm ile irade-i ezeliye istiye, gözleye. Arştan ta tahtıssaraya (yerin altına) değin ne ki varsa kendude (kendinde) bile ve bula. Hacı Bektaş Veli, agy. s. 69; İnsan saltıkvarlığın (Tanrı’nın) sadık ve parlak bir aynasıdır. Bütün alem kendisini örgüleyen cüzleriyle birlikte sapasağlam bir insan gibidir. İnsanın asıl şerefi ilahi isi mlere mazhar oluşudur. İnsandaki algıların, biliş ve tasarrufların, gerek mücerredat (soyut alem) denilen ruhani şeylerde, gerek onların daha üstlerinde bulunması imkansızdır. Saltık varlık için bu kamillik ancak insan mertebesinde hasıl olur. İnsan olgun bir (Tanrı) mazharıdır. Şeyh Bedreddin, Varidat, s.160-167.

    36Bu beden için ölümsüzlük olmadığı gibi, kaybolduktan sonra cüzileri için de eskisi gibi bir birleşme yoktur. Şeyh Bedreddin, Varidat, s. 150; Halkın zanneylediği üzere cesedlerin haşri, yani gövdelerin tekrar dirilip mahşere çıkması olanaksızdır. Şeyh Bedreddin agy, s. 129.

    37Vücudnâme’den aktaran Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri, s. 145-151.

    38Budalanâme’den aktaran Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, s. 227.

    40 Kaygusuz Abdal,Gülistan’dan.

    41 Kaygusuz Abdal, Divan.

    42İsmail Kaygusuz: Görmediğim Tanrıya Tapmam. İstanbul 1996: 109-112.

    43 Haz. Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri. Ankara 1983: 38-42.

    Devamı..
  • Kaygusuz Abdal - (Alevi Önderi, Alevi Önderleri)

    Kaygusuz Abdal ile ilgili bilgiler, Abdal Musa Sultan Velayetnamesinde geçmektedir. Bununla beraber Kaygusuz Abdal, Alevi-Bektaşi edebiyatının kurucularından sayılır. 1341 yılında Alanya’da doğmuştur. Bu bilgilerin kesin olmadığını hemen ilave edelim. Alanya beyinin oğludur. Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa Sultan’ın talibi olmasının ilginç bir hikâyesi vardır. Bu söylence Abdal Musa Velayetnamesinde şöyle geçmektedir:





    “Teke (Antalya) ilinin Alaiye (Alanya) sancak beyinin oğlu Gaybi Bey, 18 yaşındayken arkadaşları ile ava çıkar. Avlanırken tepe üzerinde bir ahu görür beyzade. O esnada ahu onun önüne çıkagelir. Gaybi Bey onu görünce hemen bir ok çıkarıp, ahuya fırlatır. Kirişten çıkan ok ahunun sol koltuğunun altına saplanır fakat ahu yıkılmaz, sıçrayıp kaçar. Gaybi bey de ardına düşer. Ahudan durmadan kan akar, Gaybi Bey de onun kaçışına bakar.

    Ciddi bir şekilde onun izini sürer. Dağlar, vadiler geçip bir sahraya inerler. Yaralı ahu büyük bir asitane kapısından içeri girer. Gaybi de arkasından dergâha girerek, dervişlere geyiği sorar. Meğer o sahradaki bu dergâh, velayet erenlerinden Seyyid Abdal Musa Sultan’a aitmiş. Abdal Musa Sultan, burada büyük bir asitane yaptırmış. Onun hizmetinde pek çok kişiler varmış. Yanına gelenler mutlaka mürit ve muhip olup kalırlarmış. Pek çok dervişi varmış. Hepsi Abdal Musa’ya layıkı ile hizmet ederlermiş. İşte geyiğin ve Gayi Bey’in girdikleri dergâh bu idi.

    Dervişler Gaybi Bey’i görüp, karşıladılar ve atının dizginini tutup: ‘Buyrun, ziyarete geldiniz ise aşağı inin’ dediler. Gaybi Bey: ‘buraya oklanmış bir ahu geldi, o benim avımdır, onu bana verin’ dedi. Dervişler de: ‘Buraya böyle bir ahu gelmedi ve biz görmedik’ dediler. Bunun üzerine Gaybi Bey: ‘Hiç dervişler yalan söyler mi, ne için inkâr ediyorsunuz? Ben ahuyu kendi gözümle gördüm, buraya gelip içeri girdi’ dedi. Dervişler bu sözler karşısında hayret ettiler: ‘haberimiz yok, bilmiyoruz’ dediler. Gaybi Bey bu durum karşısında bir hayli öyle kaldı. Bey böyle düşüncelere dalmışken, dervişler: ‘sultanım, Alanya beyi oğlu gelmiş, bizden av talep ederler’ dediler. Sultan da onu bana gönderin dedi. Sultanın yanına varan Gaybi Bey halini anlattı ve neden orda bulunduğunu açıkladı. Bunun üzerine Abdal Musa Sultan: ‘o ahu neden senin avın oldu?’ diye sordu. Bey cevapladı: ‘sultanım, ben onu ok ile vurdum, üzerine at sürüp hayli koştum. Çok menzil aldı, yoruldu, güç ile buraya geldi.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Abdal Musa Sultan: ‘o oku görünce bilir misin, tanır mısın’ diye sordu. Bilirim cevabını alan Abdal Musa Sultan, kendi kolunu kaldırıp, koltuğunun altında saplı oku gösterdi. Okunu tanıyan Gaybi Bey kendinden geçti.”

    Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa’yla tanışması ve beyliği bırakıp dergâha hizmet etmesi böyle başlamıştır. Kaygusuz Abdal, uzun bir dönem dergâha hizmet etti. (Hizmet, eğitim görme manasında kullanılmaktadır.) Hizmetinden sonra Abdal Musa Sultan’dan icazetnamesini alan Kaygusuz Abdal, Mısır Kahire’ye gitmiştir. Orada bir tekke açmış, hizmetler etmiştir. Bazı bilgiler Kaygusuz Abdal’ın Mısır’a gittikten ve belli bir dönem kaldıktan sonra Hacca gidip, oradan sonra bir çok yeri gezip, tekrar Abdal Musa Dergâh’ına dönüp burada hakka yürüdüğü yönündedir. Bazı bilgiler ise, Kaygusuz Abdal’ın Kahire’de hakka yürüdüğü yönündedir. Herhalûkârda Kaygusuz Abdal, onlarca kişiyi aydınlatmış bir önderdir. Nerede hakka yürüdüğü bilinmese de 1444 yılında hakka yürüdüğü bir çok kaynakta belirtilmektedir.

    Devamı..

Son Makaleler

Popüler