1. Musahipliğin Tanımı
                            Arapçadan dilimize geçmiş olan “musahip” sözcüğü, sözlük anlamıyla “sohbetleşen, söyleşen, sohbet arkadaşı” demektir. Türkçe ‘lik’ soneki (suffix)
 ile kavramlaşıp, Alevilikte inançsal ve toplumsal akrabalığın adı olmuş
 ve heterodoks İslam (Alevilik) inanç sisteminin önemli kurumlarından 
birini oluşturmuştur. Kurumun ruhsal ve ahlaki içeriği, bireysel ve 
toplumsal ilişkiler bağlamlarından hareketle, onunla ilgili en az üç 
açıdan tanım vermek olasıdır: İnançsal, moral ve toplumsal. 
                            
                            1.1 İnançsal Tanımlama 
                            Alevi-Bektaşi
 inancındaki toplu tapınmanın adı olan cemin birincil önemde kurumu, 
musahipliktir. Tapınma (ibadet), toplumun üst yapısını oluşturan 
değerler ve 
                                kültür katlarından dinsel inançların baş
 öğesidir. Genellikle kişinin, kendi inancının Tanrı’sına yaranması, 
kendini iyi kul olarak kabul ettirebilmesi için, gösterdiği davranış ve hareketlerin bütünü olarak tanımlanır. Tapınma, inanan bireyle Tanrı arasında bir anlaşmaya varma ve bağ kurma eylemidir. Biraz açarsak; Tanrı’ya yaranma ve onun hayırlı kulu olup, ölüm ötesindeki cezalardan kurtulma ve cennetin nimetlerinden yararlanma amacı taşır.
                            Ortodoks
 İslamın (Sünnilik) tapınmaları bireyseldir. Heterodoks İslam olarak 
Alevilik-Bektaşilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını 
değiştirmiştir. 
                                Alevinin Kuranıkerim’i de rahmanı da 
insandır ve tapınması onadır. Gördüğü Tanrı’ya tapar. “Tanrı’yı görmeseydim tapmazdım ya da görmediğim Tanrı’ya tapmam.” (Ali. ölm. 660) ve “Tanrı’yı
 kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrı’dan bildik. 
Okunacak en büyük kitap insandır” (Hacı Bektaş Veli) sözleri ile şu 
dizelerin anlamı, 
                                gün gibi açıktır:
                            Mülk yaratıp dünya düzen, ol bahçevan hemen benem
                            Halk içinde dirlik düzen, dört kitabı doğru yazan
                            Ağ üstünde kara düzen, ol yazılan Kuran benim
                            Kafirdürür inanmayan, evvel ahir heman benem 
                            (Yunus Emre, ölm. 1320/21)
                            - Ey müminler beni ziyaret edin
 - Yüzüm cemalullah sıfat bendedir
 - Dört kitabım yahu, kıraat edin
 - Kur’an Zebur Tevrat İncil bendedir 
 - (Edib Harabi, ölm. 1917)
 
                            - Ben beni bilmezdim hatır kırardım
 
                            Meğer ilmim noksan imiş bilmedim
                            Ben insandan başka ilah arardım
                            Meğer insan ilah imiş bilmedim 
                            (Âşık Daimi, ölm. 1980)
                            Aleviler,
 toplumsallaştırmış ve yönünü yaşama, nesnel dünyaya çevirmiş oldukları 
tapınmalarında, akılcı kurumlar yaratıp bunları işletmişlerdir. 
                            İşte,
 bu akılcı ve nesnel inanç kurumlarından biri olarak musahiplik, tüm 
kurum ve erkânları (kurallar kümesi) ve de zengin çeşitliliğiyle Alevi 
toplu ibadetini 
                                oluşturan ceme giriş–kabul ediliş 
eylemidir. Alevilikte, yola gitmeye talip (istekli) ya da istek 
uyandırılmış çiftler (evlilerse eşleriyle birlikte), rehberin (yol 
gösterici) öncülüğünde, Ali postunda 
                                (makamında) oturan pir–mürşit (öğüt 
vericiaydınlatıcı dede) huzurunda, ikrar verme töreninden geçer. Bu 
törene, aynı zamanda “musahip olma, kardeşlik olma veya tutma, yol kardeşi olma, ikrar verme, 
                                nasip alma vb.” 
adları da verilmektedir. Musahip olanlar, artık yola birlikte girerler; 
birlikte tapınırlar. Birlikte dara durup, sorgu-sualden geçer, 
yargılanırlar. Birlikte yaptıkları kabahatlerin, kötülüklerin hesabını 
verirler. Birlikte lokma yer, dolu içer ve coşarak semaha dururlar. 
                            
                            Şah Hatayi’nin birkaç beytiyle inançsal tanımlamayı sonlandıralım:
                            Dinim içinde imanımdır musahip
                            Gönül tahtında sultandır musahip
                            Yolumuz incedir varabilene
                            Sefil gönlünde mihmandır musahip
                            - Yola eğri giden menzile varmaz
 - Sülük içinde erkândır musahip
 - Musahip yol varandır ey Hatayi
 - Muhibb-i hanedanımdır musahip
 
                            - 1.2 Moral ve Toplumsal Tanımlama 
 
                            Musahip
 tutmuş, yol kardeşi olmuş ve Muhammed–Ali yolunun gerçek talibi olarak 
ceme katılan çiftler, yeni bir erdem ve ahlaki ortama girmişlerdir. 
Rehbere 
                                teslimden itibaren başlayarak, burada 
sahip olacakları moral (ahlaki) kazanımları, Şah İsmail Hatayi, bir 
nefesinde şöyle dillendiriyor:
                            Ne yitirdin ararsın sen burada
                            Gel ey talip özün kul eyleyigör 
                            Yoklamada bile olup sırada 
                            Gel ey talip özün kul eyleyigör
                            - Nizamını kendi elinle tartasın
 - Gözün ile gördüceğin örtesin
 - Bu divandan ol divana irtesin
 - Gel ey talip özün kul eyleyigör
 
                            - Sen özünü rehberine terk eyle
 
                            Marifete üçyüz altmış bag eyle
                            Kırk makamı dört kapıdan fark eyle
                            Gel ey talip özün kul eyleyigör
                            - Hatayi der üç türlüdür velilik
 - Düşmüşlerin elin almak alilik 
 - Türaba yüz sürmekle olur ululuk 
 - Gel ey talip özün kul eyleyigör
 
                            - Demek
 ki ilk koşul, toprağa yüz sürerek, özbenliğini kul eylemek ve öyle 
“Hakk cemi”ne girmektir. Benliğini kul eylemeye, “özünü yumak, 
arındırmak” 
                                    adını veriyor Hatayi:
 
                            Bir can bir cana özenip gelince
                            El uzatmayınca etek turulmaz
                            Rehberinden tövbe okunmayınca
                            Yuyma anı insanlığı bilinmez
                            - Kamil rehber dürür özünü yuyan
 - Ol kerem kanıdır suyunu koyan
 - Varıp Hak Ceminde yerini bulan
 - Musahipsiz anın özü yuyulmaz
 
                            - Musahip olanın özü yuyulur
 
                            Hak Cemi’ne el-ayaksız girilir…
                            Yani
 sürünerek, mecazi anlamıyla benliğinden sıyrılarak “Hakk cemi”ne 
girilir. Ama “Hakk cemi”ni yürüten pirin–mürşitin ve bu cemi 
                                oluşturan topluluğun huzuruna, 
musahipsiz çıkılmaz. Çünkü Alevi:
                            Musahip olunca özünü bulur
                            Kahrı küfrü hep iman olur
                            Hak katına el ayaksız varılır
                            Aşinasız bir iş dürüst olamaz
                            Alevi
 toplu ibadetine “Hakk cemi” denildiği gibi, pir huzuru da “Hakk katı” 
ile eşleştiriliyor. Alevi-Bektaşi inancında “ikrar verip 
                                nasip alma; yani, musahip tutma” töreni,
 aynı zamanda bir “miraç” (Tanrı’yla buluşma) olarak değerlendirilir. 
Musahiplik törenlerinde “miraçlama” nefesleri okunur. Hatta tören 
                                bittiğinde “miracın kutlu ya da mübarek 
olsun” diye birbirlerini kutladıkları bilinir. Ancak ortodoks İslam 
(Sünni) inanç ve anlayışına tamamıyla terstir. Onlar bunu, mülhidlik 
(dinden çıkmış) olarak 
                                değerlenmektedir. Pir-mürşit huzuru, 
“Hakk katı” olduğu gibi İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na göre, pirlerinin, mürşitlerinin evi, Mekkeleridir. Onları ziyaret edenler, binbir kere hacı ve gazi olurlar ve günahlarından kurtulup, masum-u pak
 olurlar. Zaten cemi de büyüğün-küçüğün, güzelin-çirkinin birbirine eşit
 sayıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı cennet olarak 
tanımlamaktadır, Buyruk. 
                            Toplu
 ibadetin (cemin) müminleri melek, Müslimleri (bacılar) huridirler. 
Böyle bir ortama giren musahip çiftler, benliğini öldürmüş, bireysel 
çıkarlarından, kendi 
                                nefsinden uzaklaşmış bir can bir vücut 
olarak bu Tanrısal ortamda yeniden doğmuşlardır. Bu ortamda ben–sen, 
biz–siz kalkmış; herkes var, hepimiz vardır. Mürşit veya pir ve hanımı 
(anabacı) ana-baba, 
                                cemdeki herkes bacı-kardeştir. Eşler 
olsun, evlat-baba olsun herkes, birbirini eşit bir biçimde 
sorgulayabilir. Bu bağlamda, dede diye tanımlanan cem yürütücü mürşit 
veya pir de sorgulanmaktan sıyrılamaz. Hakk 
                                katında da oturmuş olsa, böyle bir 
dokunulmazlığı yoktur: “Eşikte oturan da döşekte (postta, makamda) 
oturan da birdir!” Demek ki musahiplik, benliğini öldürerek hiçbirşeyi 
nefsine çekmeme, 
                                eliyle–diliyle–beliyle kimseye zarar 
vermeme ve “yetmiş iki millete aynı gözle bakma”, ahlaki formasyonlar 
kazanmaktır. Yüce erdemler sahibi insan-ı kâmil olma yolunda yürümektir.
 
                            Alevilik
 toplu tapınmasının bir kurumu olarak musahiplik, aynı zamanda 
sosyo-ekonomik yaptırımlar, yükümlülükler ve kazanımlar birleşimi ve 
bütünleşmesidir. Musahip 
                                kardeşler, kanbağı kardeşliğinin çok 
ötelerinde, birbirlerine ve topluma karşı inançsal ahlaki ve ekonomik 
sorumluluklar ve yaptırımlar yüklenmiş akrabalara dönüşmüşlerdir. 
                            Şimdi, anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan musahip tutmanın önemi, bu akrabalığın bazı koşulları ve sosyo-ekonomik kazanımlarına 
                                ilişkin birkaç alıntı okuyalım: 
                            “Sufi musahip olmak erkân-i kadimdir… Her can musahip
 ola. Ne maldan, ne candan ve ne de haldan birbirinden saklısı gizlisi 
olmaya 
                                ki, iki cihanda yüzleri ak, sözleri saf 
ola… Bir talip musahipinden malını men eylese munafıktır, hayırları 
kabul olmaz. Musahipin evine musahip teklif ile varmak ve malın teklif 
ile yimek erkân değildir. 
                                Musahip musahipin kardeşidir. Ve musahip
 musahipe teslim olmazsa musahip değildir. Musahip ehli arasında birlik 
gerek, ikilik gerekmez. Ben–sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp
 ve dört kapıda kamil 
                                olur. Tarikat ve Hakikat yolunda bir 
olmazlarsa musahip olamazlar ve ikrarları caiz olmaz.” (Krş. Aytekin 
1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
                            Buyruk’taki bu kuralları Pir Sultan Abdal’ın bir nefesinden de izleyebiliriz: 
                            Musahip musahipe demezse beli
                            Ona şefaat etmez Muhammed Ali
                            Dünyada ahrette eğridir yolu
                            Söyleyen Muhammde dinleyen Ali
                            - Musahip musahiple nice bozula
 - Sakın defterine lanet yazıla
 - Balı sönmüş arı gibi sızıla
 - Söyleyen Muhammed izleyen Ali
 
                            - Musahip musahipden malın ayıra
 
                            Şahı Merdan durağını duyura
                            Yedi tamu narın ona buyura
                            Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
                            - Musah(i)bine kim söylese kem sözü
 - Cehennem kelpinden karadır yüzü
 - Dünyada ahrette eğridir yüzü
 - Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
 
                            - Musahiple bozulan Hakka kanlıdır
 
                            Atayla bozulan peygamberle kinlidir
                            Mihmanla bozulan yedi dinlidir
                            Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
                            - Hak da bir kuluna eylese nazar
 - Kalem divit neyler kendisi yazar
 - Abdal Pir Sultan’ım güherler düzer
 - Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
 
                            - İkrar
 verip musahip tutanları, hangi görevler ve yaptırımlar bekliyor? Kimler
 kimlerle musahip olmaz ve olmamalıdır? Bunlar dahi, nedenleriyle 
birlikte, Buyruk’ta 
                                    belirtilmiştir: 
 
                            “Ölmeden
 önce ölünüz. Mahşer olmadan hesabınızı görünüz. Ama nasıl olmalı 
dersen; yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün. Yani musahip tutup, 
onunla 
                                sırat-i mustakim üzere yola gidip malı 
mala canı cana katıp, birbirine teslim olup yılda bir kez Peygamber 
vekili, Cebrail Hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde, kabirde–mahşerde 
olacak sualleri Pir ona 
                                sual ede. Ol talip, fiili her ne ise 
Pir’e ilam ede, bildire! İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve 
emsali ve münasibiyle musahib olmak erkândır… Ve alim cahil ile musahip 
olmak erken değildir; 
                                alim şahindir, cahil kargadır. Zalim ile
 mazlum da musahip olmak da… İmdi zalim kurttur, mazlum koyundur… Sipahi
 ile rençber musahip tutmak erkân değildir. Zira sipahi kurttur, rençber
 koyundur. Ehl-i 
                                sanatlar ile avareler, evli ile 
bekarlar, mürşid ile talip musahip olmak erkân değildir. Ve yiğitlerle 
kocalara erkân değildir birlikte musahüb olmak; kocalar kıştır, yiğitler
 bahardır… İmdi malum oldur ki, 
                                her kişi kendi akranı ve emsaliyle 
musahip olmazsa tuttukları ikrar fasihtir ve hayırları kabul değildir.” (Krş. Aytekin 1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
                            İkrar
 verip musahip tutma, farklı bir toplum yaratma destanıdır. İnanç ve 
tapınmayla atılan temel üzerinde yükselen yapısıyla, soyuttan somuta 
giden yol izlenerek, 
                                herşey havadan yere indirilmiş ve 
ahiretten dünyaya taşınarak nesnelleştirilmiştir. Sadece şu birkaç 
alıntıda bile, Alevi toplumunun bin yılı aşkın zamandır varlığını 
sürdürebilmiş olmanın gizi yatıyor. Düşününüz 
                                ki, kanbağı kardeşlikten çok üstün 
tutulan “yol kardeşliği olan musahiplik” ile tüm yerleşim biriminin 
bireyleri birbirine bağlanmıştır. 
                            2. Musahipliğin Söylencesel ve Tarihsel Kökenleri 
                            Alevi-Bektaşi
 inanç geleneği, bir talibin ikrar verip musahip tutması, yani ceme, 
Muhammed–Ali yoluna girmesini (törenini), Muhammed’in miraç dönüşünde 
                                Kırklar Meclisi’ne kabul edilişine 
bağlamaktadır. Bunun içindir ki, “Görgü cemi”, diğer adıyla “Ayin-i 
Cem”e (Bu gerçek inançsal cemin dışında, eğitici-öğretici karakterli 
Abdal Musa 
                                cemi, Oniki Hizmet Görme ya da Muhabbet 
Cemleri vb. adları altında temsili cemler de yapıldığını vurgulamak 
gerekir) “Kırklar cemi” de denir.
                            2.1 Musahipliğin Kökeninin Kırklar Meclisine Bağlanması Üzerine
                            Anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda,
 musahipliğin kökenine ilişkin birçok göndermeler bulunmaktadır. 
Örneğin, Kırklar 
                                Meclisi’ne ilişkin anlatılanlar, yani 
Muhammed’in miraç dönüşünde bu meclise kabul edilişi sırasında yapılan 
“Kırklar cemi”nin, hem “Görgü cemi”, hem de musahiplik töreninin 
                                kökenini oluşturduğu görüşü, söylencesel
 (efsanevi, mitolojik) anlatım biçimiyle akılcı (rasyonel) kabul 
edilemez. Ancak, derinliklerinde nesnel gerçek yatmaktadır. Onu 
derinlere iten akıldışı örülmüş duvarları 
                                sökerek, hayali ve doğaötesi konulmuş 
taşı-toprağı temizleyerek ortaya çıkarmak gerekir. 
                            Mélikoff, musahipliğin kökeni konusunda, 
                            “Nasıl
 ki Âyin-i Cem, Kırkların Cem’i olan Arş’da yapılmış bir merasimin yerde
 tekrarlanışı ise, Musâhip merasimi de, zaman ve mekan ötesinde 
                                yapılan bir merasimin yeryüzündeki 
izdüşümüdür” (Mélikoff 1993: 93-94)
                            diyor.
 Geleneksel din ve inanç bağlamında ve tamamıyla idealist bir yargı bu. 
Biz, ne Kırklar Meclisi’nin göksel bir meclis olduğunu ve ne de musahip 
                                töreninin, zaman ve mekân ötesinde 
yapılmış bir merasimin izdüşümü gibi gösterilmesini, kabul edebiliriz. 
                            Bilim
 adamının söylencelere yaklaşımı ve yorumu bu tür olması doğru mudur? 
Bir dedenin ve sıradan bir gelenekçi Alevinin inanç ve düşüncesinden 
farklı olmayan bir 
                                yaklaşımdır bu, bizce. Yaklaşımın 
dayandırıldığı anachronic
 efsanevi öyküde Cebrail’in, onlara helva pişiren meleklerin 
tanıklığında, Adem’in beline kuşak (kemerbest) bağlayarak musahip 
oldukları anlatılır. Helva ve ekmek yerler. Ayrıca orada bulunmayan 
Havva’nın lokmasını ayırırlar. Birden çağlar aşılıp Muhammed Peygamber 
ve Ali zamanına gelinir. Cebrail, Tanrı’nın buyruğunu Peygamber’e 
ulaştırır. Sonra Muhammed–Ali’ye kuşak kuşatıp, onları musahip yapar. 
Sonra Muhammed, birlikte minbere çıkarak, Ali’yi kendi gömleğinin içine 
sokar ve bir can, bir vücut olurlar. Burada Muhammed, “Ya Ali! Etin 
etimden, ruhun ruhumdan, cismin cismimden ve kanın kanımdan” der. Sonra 
Muhammed’in huzurunda Ali, Selman-ı Farisi’ye ve Kanber’e kemerbest 
bağlar. Arkasından peksimet yağ ve helva gelir. Orada bulunmayan Fatıma 
ve oğullarına payları ayrıldıktan sonra, lokmayı paylaşarak yerler. 
                            
                            Buyruk’taki, “…Ve musahip olup iki gönlü bir etmek ve bir gömlekten baş çıkarmak, Muhammed ile Ali’den kaldı vb.”
 söylemleri de sadece, musahiplerin bir can, bir vücut olduğu vurgusunu 
kuvvetlendirir. Yukarıdaki öykünün ikinci bölümü bunu işaret etmektedir.
 Musahipliğin kökenini anlatmaktan uzak ve Kırklar Meclisi’yle de 
ilişkili değildir. O çok iyi bilinen, “Veda Haccı” sırasındaki Gadiri 
Hum olayının, İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na söylencesel yansımasıdır bu.
 Bilindiği gibi olay, Peygamber’in ölümünden yaklaşık bir yıl önce 
gerçekleşmiştir. Muhammed’in, Ali’yi kendisine ardıl (halef) tayin 
ettiği (tartışılan) olaydır. Musahipliğin kökeniyle de hiçbir ilgisi 
yoktur. 
                            
                            Görüldüğü
 gibi ne bu tarihsel olayın ve ne de miraç ile ilişkili gösterilen 
Kırklar Meclisi’nin göksel, yani metafizik bir yanı yoktur. Akılcı 
düşündüğümüzde, 
                                o dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal 
koşullarını göz önünde tutarak baktığımızda, Kırklar Meclisi’nin ya da 
en azından gizli bir meclisin var olduğu gerçeği yadsınamaz. Muhammed’in
 miracı, İslam 
                                tarihçilerine göre 618 ile 620 arasına 
tarihlenebiliyor. Bu yıllar, Peygamber ve kabilesinin, İslama ilk 
inananların, en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır. Ekonomik boykot 
içinde olduklarından, büyük yoksulluk ve 
                                açlık çekiyorlardı. Çünkü, birkaç yıl 
önce varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına 
rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan 
amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu. 
                                Yine kabile geleneklerine göre talep 
ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif’e göç 
etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed 
buradan, ölen 
                                karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği 
“aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmiş ve işte onların korumalığı 
altında bulunurken, miraç olayı yaşanmıştır. 
                            Son
 üç yıl içinde, Yesrib’li (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe 
Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti 
                                Muhammed. Büyük olasılıkla Kırklar 
Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı yıllarda, çok gizli çalışmalar gerektiren
 yıllarda kurulmuş ve görev yapmıştır. Başlarında 20–22 yaşlarındaki 
Ali’nin bulunduğu, hem 
                                Peygamber’i koruyan (Ali’nin, 
Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp, 
hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli 
yollarla abluka altındaki 
                                Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve 
Yesriblilerle ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını 
gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu 
meclise uğrayıp, yaşamış olduğu 
                                göksel visionu
 onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını 
istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından 
                                oniki kişinin tebliğci olarak Hicret 
olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada 
bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor. 
                            Mekke gibi
 zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini 
altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt 
                                gibi çalışacaktı. Bu bağlamda 
araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar 
Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi 
değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerliyabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kuralları yaratmışlardır.
 
                                Bu bir avuç insan, din kurucusunun 
önderliği ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında, 
gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini 
eğitiyorlardı. Öbür yandan Hicret (göç) 
                                etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine)
 tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak 
kullanıyorlardı. Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi aralarında 
yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu 
                                nedenlerden dolayı, sığınma durumunda 
kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece 
“Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (o simgesel) bir üzüm 
tanesini kırka bölmek ya 
                                da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin 
tatmasını sağlayacak bir bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca 
hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu
 mecliste. İçlerinde Selman-ı Farisi gibi 
                                Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Manihaizmi, 
Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen, bu dinlerin bir kısmına girip
 çıkmış, bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr 
gibi, bir başka tebliğci 
                                öğretmen vardı. Bu sonuncusu, 
Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak 
ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar 
Meclisi’ni gökten yere indirip, 
                                tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda, 
görgü cemi ve musahiplikle köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur. 
                            Sözünü
 ettiğimiz Mekke ortamı içerisinde, miraç olayıyla birlikte gizlice yeni
 değerler geliştirmiş olan bu meclis, düşünce, birikim ve deneyimlerini 
                                Medine’de Muhammed peygamberin 
yönetiminde uyguladı. Ünlü “Medine Vesikası”nın ikinci maddesiyle, 
tarihe mal edildi. Böyle bir meclisin Mekke denemelerinden, 
etkinliklerinden hiç söz etmeyen, ki 
                                zaten Sünni İslam araştırıcılarının 
Kırklar Meclisi’ nden söz edenlerine şimdiye kadar rastlamış değiliz. 
Peki Alevi inanç geleneğine neden girmiş ve nasıl bugüne kadar 
gelebilmiştir? Bu, hiç sorgulanmadan 
                                yadsınmıştır. Çünkü, heterodoks İslam 
(Alevilik) tarihine, hep ortodoks açıdan bakılmıştır. Ortodoksizmin 
(Sünniliğin) inanmadıkları kurumlar, yok sayılagelmiştir. Muhammed 
Hamidullah bu uygulamayı şöyle anlatıyor: 
                            
                            “Mekkeli
 muhacirler için Hz. Peygamber bir genel toplantı tertipledi. Bu 
toplantıda her çalışan, eli iş tutan Medineli Müslümanın (Ensar), bir 
Mekkeli 
                                Müslümanı (Muhacir) ‘kardeş
 edinmesi’ teklifinde bulundu (Muahat Anlaşması). Buna göre iki tarafın 
aile mensupları, bu suretle ortaklaşa çalışacak, 
                                kazanacaklar ve hatta öz kardeşler, 
yeğenler ve başka akrabalar bertaraf etmek suretiyle birbirlerinin 
mirasçısı olacaklardı. Herkes gönül rızasıyla teklifi kabul etti. 
Peygamber çeşitli yeteneklerin dengeli bir 
                                biçimde eşleştirilmesi için, bu 
kardeşleştirme hareketini bizzat idare etmiştir. Bulunan bu çare, bu 
usül senelerce devam etmiş…” (Hamidullah 1992: 102-103)
                            Bu,
 çok büyük olasılıkla, Mekke’de de yapılmış olan yeni dine, İslama giriş
 töreni olabilir. Aynı zamanda bir çeşit mal ve can ortaklığında 
güvenceye alınmış, 
                                kurumlaştırılmış toplumsal ve ekonomik 
kardeşlik, akrabalıktır. Mekkeli ticaret adamı Abdurrahman Avf’a, onunla
 kardeş olmak isteyen Medineli tarafından yapılan; ancak, onun kabul 
etmediği ve günümüze ulaşmış 
                                teklif oldukça ilginç görülmektedir: 
                            “Benim
 arazim şudur; yarısı senin, yarısı benim. İki zevcem var birini seç, 
boşayayım sen onunla nikahlan! Hattap oğlu Ömer ise, kardeşleştiği 
Medinelinin 
                                tarlasına çalışmaya giderek, onu 
Muhammed’in hizmetine ve onun tebliğlerini dinlemeye göndermiştir. ” (Engineer 1980: 97, 99-105)
                            Bazı
 kaynaklara göre, ilk yıllarda Muhacirin ve Ensar’dan kardeşlik 
sözleşmesi yapan kişilerin 45 (yani 90 kişi kardeşleşmiş), bazılarına 
göre 150 (bu sayıya 
                                göre kardeşleşen 300 kişidir) olduğu 
söylenir. 
                            Konuyu
 daha fazla uzatmadan diyoruz ki; Alevilik toplu ibadeti kurumlarından 
ve özü “canı cana, malı mala katmak”, yani mal ortaklığı ve sevgi 
                                bütünleşmesi, diğer bir deyimle maddi ve
 manevi birlik olan musahipliğin gerçek tarihsel kökenini, ilk dönem 
Medine İslamlığının bu kardeşlik uygulamasında aramak gerekir. 7. 
yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiş bu 
                                uygulamanın anısını, heterodoks İslam 
(Alevilik) musahiplik kurumuyla 21. yüzyıla kadar taşımıştır. 
                            2.2 “Yola Giriş” ya da “İkinci Doğuş” Olarak Musahiplik ve Bunu Tanımlayan İlk Yazılı Kaynak
                            Her durumda musahiplik, ikrar vererek “yola girmek (Süluk)”
 olarak tanımlanabilir. Yolun ilkelerini ve yükümlülüklerini kavrayacak 
                                yaşa gelmiş evli ya da bekâr adaylar, 
ikrar verip musahip tutarak, yol oğlu-yol evladı olurlar. 
Alevilikte-Bektaşilikte Muhammed–Ali yoluna girmek “yeniden doğmak ya da
 ikinci kez doğuşa ermek” 
                                sayılıyor. 
                            Edib
 Harabi bir nefesinde, sıkışıp kaldığı tehlikeli dar boğazdan, ikrar 
verip, yola girdiği 17 yaşında ikinci kez doğuşa ererek, kurtuluş imkânı
 bulduğunu 
                                söylüyor: 
                            Peder ve validem oldu bahane
                            Merecül bahreyni yeltekiyane 
                            Bin ikiyüz altmış dokuzda kane 
                            İriştim zahiren geldim cihane
                            - Berzahtan kurtulup çıktım aradan
 - Onyedi yaşında doğdum anadan
 - Muhammed Ali Hilmi Dedebaba’dan
 - Çok şükür hamdolsun geldim imkane
 
                            - Berzahtan kurtulup çıktım aradan
 
                            Onyedi yaşında doğdum anadan
                            Muhammed Ali Hilmi Dedebaba’dan
                            Çok şükür hamdolsun geldim imkane
                            Mehmed Ali Hilmi dedebabadan ikinci kez doğmadan önceki yıllarda geçen radikal Müslüman yaşamından, bakınız nasıl hayıflanıyor:
                            Ben Müslüman iken ah
                            Aptestimi alırdım
                            Taştan duvara karşı
                            Bir yatar bir kalkardım
                            - Terkeylemezdim asla
 - Savm u salatı zira
 - Allaha vasıl olmak
 - Böyle olur sanırdım
 
                            
                            Sevdası vardı dilde
                            Bu hal ile meğer ben
                            Haktan uzaklaşırdım
                            - Beş vakte beş katardım
 - Pek çok namaz kılardım
 - Camileri gezerdim
 - Bihude uğraşırdım…
 
                            - Camileri,
 mescitleri dolaşırken, bir başka tapınma evi ile karşılaşıp, içeri 
dalan Edib Harabi, orada şaşkınlık içinde miracını yaşayarak Tanrı’yı, 
peygamberi 
                                    görüyor. Hangi yöne dönse Mansur 
gibi “Enelhakk (ben Tanrı’yım), Tanrı’dan ayrı değilim” diye haykırıyor.
 Burası mürşidi Mehmed (Muhammed) Ali Hilmi dedebabanın dergahıdır:
                                
 
                            Mescit sanıp da bir gün 
                            Bir deyre dahil oldum
                            Anda görünce Hakla
                            Peygamberi şaşırdım
                            - İman ü dini küfre
 - Orda hemen değiştim
 - Her canibe Enelhak
 - Mansur gibi çağırdım
 
                            
                            Merdiiman köyünde
                            Şahkulu dergehinde
                            Miraca nail oldum
                            Bir haylice zamandır
                            - Bir postun postnişini
 - Hilmi Dede Baba’yi
 - Göçtü diyen olursa
 - Bil ki sözü yalandır
 
                            - Yine Bektaşi ozanlarından Münire Bacı:
 
                            Erkân ile yürürüm
                            Yol ehlinin kuluyum
                            Ben bir erin oğluyum
                            Hayderiyem Hayderi
                            - Doğdum iki anadan
 - Mürşitim imdad eden
 - Kimdir beni dahleden
 - Hayderiyem Hayderi
 
                            - derken,
 ikinci anasının; yani, kendisini ikinci kez dünyaya getiren kişinin 
mürşiti olduğunu açıklıyor. Münire Bacı, yol ehli olan mürşitinin yol 
evladı olduğu kadar, onun 
                                    bir kulu gibi görünmekten 
yüksünmüyor. Dergâhta, mürşitinin huzurunda miraca nail olduğunu 
söyleyen Harabi de farklı birşey açıklamıyordu.
 
                            Bu kavramın heterodoks İslamda (Alevilikte) ilk ortaya çıkışı, erken (proto) İsmaililere dayanmaktadır. 879 yılında Güney Arabistan’a gönderilmiş ilk İsmaili daisi Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab al-alim wa’l-Ghulam
 (Bilgin ve Öğrencisinin El Kitabı)” adı altında yazdığı, İsmailiye 
inancına girişin ilkelerini belirleyen yapıtta bu yola girişi, “yeni bir
 isimle, ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımlandığını görüyoruz: 
İsmailikte, Balagh (yetiştirme)
 olarak bilinen giriş olayında, bedellerin ödenmesini de gerektiren 
derecelerin ya da aşamaların bulunduğu görülür, diyor. Örneğin, Kitab al-alim wa’l ghulam,
 
                                bu giriş sürecinin çok önemli 
ayrıntılarını içermektedir. Dereceler sorunu ise, İbn Rizam-Akhu 
Muhsin’in açıklamalarında belirtilir. Ancak Daftary’nin, İsmaili karşıtı
 kaynakların bildirdiği gibi, yedi 
                                yahut dokuz derece olarak saptandığına 
dair kesin bir kanıt yoktur (1)demesi, doğru değildir. Çünkü, Proto-İsmaililer olarak bilinen Karmatiliğin kurucusu Hamdan 
                                Karmat’ın kayını ve inancın teorisyeni dai Abdan Balagat adlı
 yapıtında yedi dereceden söz etmektedir. Kuşkusuz burada 
                                Daftary, ortodoks olan Fatımi İsmaili 
kaynaklarını esas almıştır. Aşağıda belirteceğimiz gibi aynı şekilde 
musahip tutup yola girinceye ve bir pir’e–mürşite talip oluncaya kadar 
geçilen bazı aşamalar 
                                vardır.
                            881’de tek başına Yemen’e ulaşmış ve iki yıl gibi kısa bir zaman içerisinde, gizli çalışmalarıyla kendisine yandaş toplayarak İsmaili Dava’sını açıkça yaymaya başlamış olan dai Abu’l
 Kasım al-Hasan b. Faraj b. Hawshab, Yemenli Mansur (Mansur al Yaman) 
unvanıyla ün kazandı. Erken İsmaililiğin bu ilk büyük propagandacı daisi Mansur 
                                al-Yaman’ın yapıtı hakkında, Henry Corbin’in araştırmalarından yararlanarak, burada kısa bir özet vermeye çalışacak ve bir karşılaştırma yapacağız. Risalat al-alim wa’l gholam adıyla tanıttığı kitabı, Corbin, “yeni giren kişiyi (neophyte)
 yola götüren ve onu Batıni toplantısına [yani ceme] kesin kabul edilişe
 kadar eğitip yetiştiren aşamaları anlatan, kısacası yola girişin 
romanı” diye tanımlamaktadır. Karşılıklı konuşma ve soru yanıt biçiminde
 kaleme alınmış bu küçük romanın temel kişileri, bilgin ya da öğretmen 
(al-alim) Abu Malik (Pater regis) ile öğrenci ya da yeni yetme oğlan (al-ghulam) Salih (İdoneus)’tir. 
                            İran
 taraflarından gelmiş, yaşlı bir dindar gezgin görünümü içinde kendisini
 gizleyen Abu Malik, sofu bir Müslüman kalabalık içinde konuşmaya 
katılır. Bir genç, hiç 
                                kimsenin hayal bile edemiyeceği, hatta 
cesaret edemiyeceği sorular sormuştur. Böylece, aralarında gittikçe 
gelişerek yükselen ve gencin merakını sürekli uyarıp, gerilimde tutan 
bir diyalog dizisi açılır. 
                            Yeni yetme gence açıklanan sadece zahir (dışsal görünüm) ve batının
 
                                (içselliğin) karşıtlığı değil, daha 
fazlasıdır. Batıninin batınisi (batın al-batın) öğretilir; içselliğin, 
içanlamların da içine girilir. Anlatılan hierokosmos (kutsal evren), İsmaili deyimiyle, maddesel ve ruhsal evren arasındaki (intermédiaire) üçüncü dünyayı tanıtan anahtarın teslimidir. Göksel kademelerin taklidi (l’imitation des hiérarchies célestes)
 üzerine yapılanmış, “güçlü bir meleksel dünya, iktidar cenneti”dir. O 
zaman, öğrencide, değişim başlar; kendisinde, güçlü bir var olma duygusu
 uyanır. Ellerinde bu güçlülüğün, anahtarlarını tutan kişiyi; yani, 
İmam’ı görmek ve tanımak isteği şiddetlenir. Tam bu anda, öğretmen 
ortalıktan kaybolur. Hem öğretici, hem rehber durumundaki Abu Malik, 
yetiştirdiği gencin ceme kabul edilme zamanının geldiğini bildirmek ve 
kendisine danışmak üzere yüksek derecedeki daiye; yani, pir’e gitmiştir. 
                            Burada,
 öğrenciyi büyük değişime uğratan ve onda çok güçlü bir varoluş duygusu 
uyandıran Batıni bilgileri, biraz açmak yerinde olacaktır. H. Corbin’in,
 
                                “Bilgin ve Öğrenci (al-Alim wa’l Ghulam)” kitabını özetlerken, dipnotlarda verdiği aynı yapıttan alıntı bilgiler, Alevi-Bektaşi 
                                inancının Batıni kökenlerine de ışık tutmaktadır: 
                            “Yazarımız
 [Mansur al-Yaman] zahiri bilginin hayvansı dereceyle, Batıni bilginin 
insanlık derecesiyle uyuştuğunu da belirler Ona sahip olmak, gerçek 
                                inanan; yani, gerçek anlamda insan 
olmaktır. Sonunda Batıninin batınisini öğrenme ise, meleklerin sıfatı. 
Onu elde etmek, bilgiye göre, ruhsal varlığa; fiziksel görünümüne göre 
de tam anlamıyla bir insana dönüşmek; 
                                tıpkı melekleri gizleyen örtü (hijab 
al-Mala’ika, al Alim... s. 96) diye tanımlanan Tanrı’nın peygamberi gibi
 olmaktır. Yola girişin (aşamalarının), genç adayı götürdüğü meleğe 
dönüşüm 
                                (L’angélomorphose), sonuçları mükemmel 
bir biçimde saflık-dürüstlük doğuran bir insanbilimi öngörmektedir. Bu 
dünyada gerçek ve doğru anlamda (au sens réel et vrai) sadece iki insan 
tipi vardır: 
                            1) Alim Rabbani (İşrakilerin
 hakim mota’allih’ini karşılar, yani Tanrısal-felsefe (théosophianique) 
bilgini): Bu kişi, bilginin 
                                doruğuna ulaşmış ve onun ruhu, mutlak 
doğruluk ruhunu, deneyimsel olarak özünde gerçekleştirmiştir. 
                            2) Mota’allim: Yolu ve melek kudretinde gelişmeyi araştıran öğrenci. Kısacası herşey, sadece mecazi olarak saf ve dürüst bir insanlıktan 
                                (agy, s. 97) başkası değildir.” (Corbin 1982: 147, dipnot 181)
                            Ortadan
 kaybolmuş olan Abu Malik, kısa bir süre sonra, “şefkat kapılarının, 
sonuna kadar kendisine açılmış olduğunu” öğrencisine haber vermek için, 
geri 
                                gelir. İkisi birlikte, öğrencinin doğal 
babasına seyahatı bildirip, “şefkat eşiğine” doğru yola çıkarlar. 
                            Burada
 aynı zamanda, büyük değişim; yani, yola giriş töreni başlar. İlk 
geceyi, toplantıya katılmış olanların arasında dostça, bilgi ve 
erdemlerini artıran 
                                sohbetler yaparak geçirirler. Şafak 
söker sökmez kalkıp, büyük Şeyh’in (pirin) evine gelirler. Meclis yerini
 almış; yani, cem tutulmuştur. Pirin törensel bir öğütünden, bir duadan 
sonra, giriş ayininin 
                                yapılışına biçim veren diyalog başlar. 
Doğal doğuma göre verilmiş adının, gerçek adı olmadığı; yeni doğuşa 
erecek kişiye yol gösterme işlemi tamamlanır. Bu an içinde, isimsiz biri
 olduğu, gence kabul ettirilir ve 
                                “yeni doğmuş” ruhani durumuna uygun bir 
isim saptanır. Gencin gerçek adı, artık yola giriş adıdır. Bu yeni ad, 
onun yaratıcısı, Tanrı’sı olacak. Bu ada, dolayısıyla adı kendisine 
veren ve artık ait 
                                olduğu pir’e hizmet edecektir (tıpkı 
Bektaşi ozanı Münire Bacı’nın dediği gibi “Bir erin oğlu ve yol ehlinin 
kulu” olacaktır). Doğum gününü (Dies Natalis)
 belirleyecek olan isimle alacağı rütbe, yedi gün sonra verilir. 
Cemaatin ortasında pirin yeni isim vermesine geçmeden önce, büyük pir 
(P) ile kendisine takdim edilen genç talip (T) adayı arasındaki konuşma 
metninden bazı parçalar vermek istiyoruz:
                            
                            “P.– Ey genç adam! Bir Tanrı peygamberi gibi sana gelen bir arkadaş tarafından yeğ tutuldun ve çok sevildin. Senin adın nedir?
                            T.– Tanrı kulunun oğlu, küçük bir kul (Ubeydullah ibn Abdullah)
                            P.– Bu ad senin niteliklerini betimliyor ve biz daha önce ondan bahsedildiğini duymuştuk... 
                            T.– Ben özgür bir insanım, bir Tanrı kulunun oğluyum.
                            P.– Öyleyse, kim seni kölelikten azat etti de özgür oldun?
                            T.– (Kendisini yetiştireni göstererek) Bu bilgin.
                            P.– Görmüyor musun? O bile bir köledir, sahip değil ki, nasıl seni serbest bıraksın?
                            T.– Gerçekten de yapamazdı.
                            P.– O zaman adın nedir, onu söyle!
                            T.– (Boş yere yanıt araştırır)
                            P.– Genç adam! Birşey, bir isme sahip değilse, nasıl tanınacaktır? İsmi olmayan herşey, yeni doğmuş biri gibidir.
                            T.– Ben senden doğdum, öyleyse bana isim vermek de sana düşer. 
                            P.– Yedi gün geçince bunu yapacağım… Sana verilen ad senin Tanrı’n, sen onun kulu olacaksın… (al-Alim… s. 101-102)” (Corbin 1982: 149-150) 
                            
                            Bu alıntıdan sonra, Corbin şu kısa değerlendirmeyi yapıyor: 
                            “Bir
 karşılaştırma yapılırsa, tarikata giriş ismi alma İran sufizminde 18. 
yüzyılın sonlarına kadar sürdürülmüştür. Özellikle, İmam’la inanç 
                                ilişkisini açıklayan bir sıfat ya da 
isim kullanılırdı. Örneğin Nur Ali Şah (Ali Padişahın ışığı), Meczub Ali
 Şah (Ali Padişahın delisi), Mest Ali Şah (Ali Padişahın sarhoşu) vb.” (Corbin 1982: 149-150, dipnot 183)
                            
                            “Görgü
 Cemleri”nde, musahiplik töreninden sonra, yola girmiş taliplere “Donun 
kutlu olsun!” da denir. Bu kutlama ve iyi dilek, önce pirinden 
                                ve rehberinden gelir. Oniki hizmet 
sahipleri ve cemdeki tüm canlarla niyazlaşırken, tek tek donlarını 
kutlarlar musahiplerin. Bu don değişimi, yeniden doğmak ve bir daha 
değişmeyecek olan yeni bir kişilik 
                                kazanmaktır. Yeni ad alma, don değişimi 
kavramı içinde yol ehline dönüşmek, gerçek talip olmaktır. Ama yukarıda 
Edib Harabi örneğinde görüldüğü gibi, “yeniden doğma ve yeni isim alma” 
kavramlarını 
                                kullanılması da süregelmiştir. 
                            Bahriye
 binbaşısı Edib Harabi, “On yedi yaşında doğdum anadan / Muhammed Ali 
Hilmi Dedebaba’dan” ve “Namım Edib idi Harabi oldum / Erenlerin 
                                ayak türabı oldum” dizelerini, Mansur 
al-Yaman’ın “Al-Alim wa’l Ghulam” kitabından tam binyüzyıl sonra yazmıştır. O kitapta, aynı yaşlardaki Salih depirine, “Ben senden doğdum, Öyleyse bana bir isim koymak sana düşer” demişti. Arada hiç inanç, algılama ve uygulama farkı var mıdır? Yine bu kitabın yazılışından yaklaşık iki yüzyıl sonra, Alamut Nizari İsmaili devletinin kurucusu Hasan Sabbah da 17 yaşında İsmaili 
                                inancına girişini yaparak “yeniden doğacak” ve bütün dereceleri geçerek en büyük dai olarak insan-ı kâmil makamına yükselecektir.
                            Öyküdeki Salih’in, yeniden doğuşa erişi, yani ikrar vermek ve yola girmek için pirle büyük dai
 ile buluşması, yedinci günün bitiminde gerçekleşir. Cemaatin ortasında 
tören tamamlanır. O anı metin bize sadece şu sözlerle anlatıyor: 
                            
                            “Şeyh,
 öyle şeyler söylemeye başlar ki, onları ne kalem yazabilir ve ne de 
muhayyile keşfedebilir. Bu şeyler inançsızlık [kâfirlik] bilincine 
bağlanabilir. 
                                [Edib Harabi’nin, “İman ü dini küfre / 
Orda hemen değiştim” dizelerini anımsayalım!]” (Corbin 1982: 149-150)
                            Ancak
 metin, bu büyük sırrı bildirmez. Kitabın ortodoks düşmanlarından 
birinin eline düşmesinden korkulmuş olmalıdır. Bu nedenle, “Özel ad 
verme 
                                töreninin” içeriği hakkında doğrudan 
bilgi edinmek olasılığı ortadan kalkmıştır. “İmam yoluna bu kararlı 
giriş anı”, “kendi özünü (nefsini) bilen, Tanrı’sını bilir özdeyişinin 
sırrına 
                                erme bilincinin uyanışıdır.” 2
                            Corbin, aynı sayfalarda verdiği bir dipnotta, yola giriş töreninde büyük dainin
 konuştuğu, “kalem yazmayan ve hayal edilemiyen 
                                şeyleri”, büyük sırrı, analoji 
yöntemiyle açıklamayı deniyor. Vardığı sonuç, musahipliğin tarihsel 
kökenini açıkladığı gibi anlattıklarının günümüz Aleviliğinin inanç ve 
anlayışıyla aynı; ama artık sır 
                                olmadığını da görüyoruz. 16. yüzyılın 
ilk yarısında yaşamış bir İsmaili daisi olan Muhammed Rıza b. Sultan Hüseyin Harati (diğer adıyla Heratlı Hayırhah) tarafından yazılmış bir risaleden (3)
 kaynaklanan bilgileri kısaca özetleyelim. Bu bölümde Corbin, başlarda 
ortodoks İslam hac rituellerini kısaca tanımladıktan sonra, 
                            “işte
 bu hac tapınmalarının tevili (serbest yorumu), yola giren kişinin 
ruhsal değişimine bağdaştırılır. Kabe’yi ziyarete gitme; yani, ortodoks 
                                İslamın geleneksel hac farzı, derece 
derece kaldırılmıştır. Hac, Mustacib’in, davete cevap verenin, bu ilk 
dereceden, Huccet’e, İmam vekili olan büyük daiye [pir–mürşit] 
ulaşmaktır. [Yukarıda İmam 
                                Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan verdiğimiz, 
“pirlerin mürşitlerin evi taliplerin Mekkeleridir. Pirlerinin 
mürşitlerinin evlerini ziyaret etseler binbir kere hacı ve gazi olup, 
bütün günahlardan kurtulur, 
                                masum pak olurlar” gibi nesnel inanç 
serbest yorumlarının teviller temellerini açıkça görüyoruz.] İhram 
giymek, dinin zahiri biçimine inananların oluşturduğu (Sünni) toplumdan 
ve dinsel pratiklerinden 
                                uzaklaşmaktır. Kabe’nin çevresini 
dolaşmak (tavaf etmek, circumambulation) ise, büyük daiye [pir–mürşit] 
doğru (gidiş) hızını gösterir. (Kalam-ı Pir, Tekst’ten s. 96) Yine 
sofizmdeki yola giriş 
                                törenleriyle benzerlikleri de 
gösterebiliriz: Özel abdest almalar, giysi değiştirme, yeni isim verme, 
mistik kadeh kaldırma [ikrar dolusu içme], İsmailizmle ayinsel 
benzerliklerini ortaya koyar. Moğol istilalarından 
                                sonra, kendine özgü İsmaili yola giriş 
törenlerinin fizyonomisini, İran Şii sofizmi ödünç almıştır.” (Corbin 1982: 149, dipnot 184)
                            Corbin’in, “Al-Alim Wa’l Gulam”da anlatılmayan “sırları”, analojilerle açıklamaya çalışması, 
                                Aleviliği-Bektaşiliği incelemediği ve musahipliği bilmediği için, yeterli değildir. Mustacib’in Huccet’e
 ulaşıncaya 
                                dek geçirdiği derecelerini, hac tapınma 
ritüellerine indirgenmesini büyük sır gibi gösteriyor. Oysa yukarıda 
belirttiğimiz gibi görgü ceminde ikrar verip, yola giren musahip 
çiftlerin miraç yaşadıkları; yani, Tanrı 
                                katına çıktıklarına inanılır. Harabi, “…
 Anda görünce Hak’la / Peygamberi şaşırdım… Her canibe Enelhak / Mansur 
gibi çağırdım” dizelerine, Alevi inancının felsefi tanımlamasını çok güzel sığdırmıştır. 
                            Edib
 Harabi’nin, yeniden doğuşa ulaştığı mekânda Tanrı’yı peygamberi 
bulduğunu söylemesi, sıradan değildir. Her yöne baksa, gördüğü 
Tanrı’dır. 
                                Ortodoks İslamın küfür; yani, kâfirlik 
dediği ve “kalemin yazamıyacağı, hayalin keşfedemeyeceği” büyük sır 
budur: İnsana secde etmek, Tanrı’yı insanda görmek. Bunun en açık bir 
biçimde 
                                tanımlamasını yapan Hacı Bektaş 
Veli’dir: 
                            “Eğer
 muhiblere sorsalar kim, Tanrı’yı nice bildiniz? Pes, muhibler cevap 
vereler kim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap 
                                Tanrı’da bildik (kendi özümüzden 
Tanrı’yı, Tanrı’dan da kendimizi bildik).” (Aytekin 1954: 27)
                            3. Musahipliğin Oluşmasındaki Aşamalar ve Törenler 
                            İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda: 
                            “Allah,
 Muhammed, Ali ve onun onbir evladına hakbir demekle, müminler şeriat, 
tarikat ve marifet kardeşidirler. Ama Hakkı insanda, insanı Hakda gören;
 
                                ehl-i Hak ile insan-ı kâmil nazarında 
muhabbet eden hakikat kardeşi olur” (Krş. Aytekin 1958: 139) 
                            denilmektedir.
 Çeşitli yönlerden tanımını yapmaya ve kökenini araştırmaya çalıştığımız
 musahipliğin, yol kardeşi olmanın amacı, işte bu “hakikat 
                                kardeşliği” derecesine ulaşmaktır. Yani 
Tanrı’yı insanda, insanı Tanrı’da görerek, tümüyle benlikten sıyrılıp, 
Hakk ile hakk olmuş topluluğun ve önderinin (pir–mürşitin) huzurunda 
sevgiyle 
                                birleşip, kenetlenmektir. O zaman 
bireysel çıkarlar ortadan kalkar, birbirleri için yaşarlar. Çalışmaları 
da tapınmaları da birlikte olur; böylece sevgi gerçek anlamını bulur. 
Kırk makamda “Kırklar” ile 
                                kardeş olunur; biri kırk, kırkı bir 
olur.
                            Daha
 önce de söylediğimiz gibi musahip tutmak, ikrar verip Muhammed–Ali 
yoluna girmektir. İkinci kez dünyaya gelmek ve yol oğlu olmaktır. Yola 
girmek için de 
                                talip (istekli) olmak gerekir. Alevi 
kökenli; yani, anası-babası yol ehli ve analığı-babalığı (ana-babasının 
musahip kardeşleri) ile bir pir’e, mürşite bağlı olan kişi, doğuştan 
talip sayılır. Ancak, 
                                akıl-baliğ olduktan sonra, yol 
talipliğine geçebilmesi için, ikrar verip musahip tutması, yaygın 
deyimle “kardaşlık olması” gerekir. 
                            3.1 Nasıl Musahip Olunur?
                            Musahiplik
 olayının gerçekleştirilmesini dört aşamada görüyoruz. İlk aşama 
hazırlanma, eğitim, yetişme-yetiştirilme dönemidir. Bu dönemi, 
birbirlerini sevmiş ve 
                                kardeşlik olmaya karar vermiş gençlerin,
 aile ocağından aldığı Alevi inançları terbiyesine, mürebbi ve rehberin 
yol-yordama ilişkin eğitiminin eklenmesi olarak tanımlamak gerekiyor. 
Elbetteki, toplumun dışından 
                                talipliğe kabul edilmiş kişinin de bu 
dönemi geçirmesi zorunluğu vardır.
                            Evli
 olarak dört, bekâr olarak iki gence bir yıl içinde mürebbi ya da rehber
 (Oniki hizmet sahiplerinden yola götüren, yol göstere kişi) tarafından 
Alevilik 
                                inancının, Alevilik yaşama biçiminin tüm
 geleneksel bilgileri, kuralları (erkânlar) ve ahlak değerleri 
öğretilir. (Mansur al-Yaman’ın tam 1110 yıl önce yazmış olduğu al-Alim wa’l Gulam
 kitabının kişileri Abu Malik ve Salih’i anımsarsak, kuralların özde 
değişmeden gelişerek sürdüğünü görürüz.) Bu musahip adaylarına evde, 
tarlada ve bağda-bahçede çalışırken, dinlenirken, yiyip içerken bilgiler
 verildiği gibi uygulamalı; yaşayarak-yaşatarak da öğretilir. 
                            
                            Nasıl
 mı? Bir yıl sonra kış yalarında görgü cemine katılmaya istekli; yani, 
ikrar verip, musahip tutarak yol talibi olacak ve böylelikle ikinci kez 
dünyaya gelecek 
                                gençler için “Muhabbet, Abdal Musa ya da
 Koldan Kopan” cemleri adları altında toplantılar tertiplenir. Bu 
cemlerde, Abdal Musa kurbanları kesilir, yiyilip içilir. Zakirler, saz 
çalar; nefesler, 
                                düvazimamlar okur, semahlar dönülür. 
Sohbet havasında İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan, Fazilet-nâme, Şeyh Safi Buyruğu ve Vilayet-nâme’den
 bilgiler geçilir. Oniki İmamları, Kerbela olaylarını anlatan kitaplar 
okunur. Horasanlı Ebu Müslüm ve Battal Gazi destanları da ihmal edilmez.
 Alevi-Bektaşilikle ilgili 
                                eski ve yeni yazıda mevcut kitaplar 
araştırılıp, bulunur. Bunlar, elden ele geçerek okunur, okutulur ve 
dinletilir. Kısacası sazla, sözle, muhabbetle Alevi-Bektaşi yolu 
sevdirilerek, öğretilir.
                            Musahipliğin
 tüm ekonomik koşulları, ahlak kuralları, yükümlülükleri ve sosyal 
yaptırımları, birbirlerinin yaşamsal kefili, kardeşi olacakların 
kafalarına bir bir 
                                kazınır. Öyle ki, musahip adayları, daha
 ikrar verme töreninden geçmeden, birbirlerini “kardeşlik, bacılık” diye
 çağırmaya başlamışlardır.
                            Bundan
 sonraki üç aşama, yani tercüman kurbanı kesme, pir huzurunda ikrar 
verme–yola girme töreni ve dolu içme–lokma yeme, “Görgü cemi” 
                                yapılırken peşpeşe gerçekleştirilir. 
Musahip olacak gençler bir yıl boyunca ırgatlık-işçilik yaparak ya da 
bağını-bahçesini iyi işleyip kaldırdığı ürünü satarak, para kazanır. 
Kurbanlık koçun parasının; mürebbisine, 
                                rehberine ve pirine vermeleri gereken 
hakullahın kendi kazançlarından ödenmesi ilkesi esastır. Ancak adaylar 
kazanamıyacak kadar yaşça küçüklerse, bu masrafları ana-babaları; 
birinin yoksa diğerininki, ikisinin de 
                                yoksa ebeveyn vekilleri üstlenir.
                            Çoğu
 kez kurbanlık koçlar, henüz kuzuyken alınıp, beslenerek büyütülmüştür. 
Evlilik koşullu musahip tutma, aynı zamanda bir aile kuracak, bir ev 
çekip çevirecek 
                                duruma gelindiğinin göstergesidir. 
Musahip olacak çiftler, bir veya iki kurbanla da meydan açsalar, 
harcamalar ortaktır. Musahiplikte ortakçılığın başı, kurbanla başlar.
                            Öyle
 sanıyoruz ki – bizim de başımızdan geçtiği gibi – çocuk ve yeni yetme 
yaştakiler musahip olurken, koç yerine Cebrail diye adlandırılan horoz 
                                tercüman kurbanı olarak meydana geliyor.
 Yola girecek musahiplerin kurban aşından “hak lokmasını”, cemdeki tüm 
canların yiyerek dua etmeleri, razılık vermiş olmaları söz konusudur. 
Dolayısıyla, 
                                törenlerin sonunda da yenmiş olsa, yola 
kabul edilmenin önemli göstergesidir. Çünkü, kabul edilmeyenin ne dolusu
 içilir, ne de lokması yenir.
                            Musahip
 olacak çiftler, gönülleri aklanmış, kafaları aydınlanmış olarak, 
arılanmış-durulanmış dış görünümleriyle “Görgü cemi”ne girmeye hazırdır.
 
                                Rehber, pir huzurunda dara durup, 
musahip olacaklar hakkında konuşarak onları tanıtır. Pirden izin ister. 
Cemi yöneten dede, oniki hizmet sahipleri ve cemde hazır bulunanlar, musahip adaylarının yola girmeye hazır oldukları yönünde çeşitli kanıtlarla ikna edilir. Tercüman kurbanı koç ya da
 Cebrail (horoz) meydana alınır. Pirin izni ile zakirler sazlarına düzen
 verip, ozanlardan üç nefes bir düvazimam çalar, söyler. Nefesler, ikrar
 verme, musahiplik tutma ve 
                                bunların kutsallığıyla birlikte, 
yükümlülükleri açıklayıcı içeriklidir. Törenin adı “Kurban tekbirlemesi”
 olduğundan, doğal olarak koç ve kurban üzerine de mutlaka bir nefes ya 
da düvazimam vardır:
                            
                            Akıl ermez yaradanın sırrına
                            Muhammed Ali’ye indi bu kurban
                            Kurban olam kudretinin nuruna
                            Hasan Hüseyin’e indi bu kurban
                            - Şah Hatayi’m eder bilir mi her can
 - Kurbanın üstüne yürüdü erkân
 - Tırnağı tesbihtir kanı da mercan
 - Oniki İmama indi bu kurban
 
                            - Dedenin
 duasından (kurban gülbankı) sonra, kurbancı baba, kurbanı kesmek için, 
dışarı alır. Kurban lokması, musahiplik törenleri ve görgü ceminin diğer
 hizmetleri bitinceye 
                                    kadar pişirilip hazırlanacaktır. 
 
                            Artık
 rehber, musahip olacak canları içeri alır ve böylece asıl önemli olan 
üçüncü aşamaya gelinmiştir. Musahiplik töreni başlar. Bu töreni, musahip
 tutma darı 
                                çerçevesinde toparlayıp özetleyelim: 
Musahiplik darına, Muhammed–Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek 
canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber, 
musahip olacak adaylar bekârsa, 
                                iki; evlilerse, bacılarla birlikte dört 
canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tîğ-bend
 ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Bazı bölgelerde, örneğin
 Dersim taraflarında tîğ-bend kullanılmaz; rehber, çiftlerin omuzlarına 
elini koyarak, yürütür. Rehber, musahip olacak çiftleri, her bakımdan 
gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle “ölmeden önce ölmeyi” 
simgeleyen, akbezlere sarılıdır, kefene dolanmışçasına. Ayakları 
yalınayak, başları açıktır. Bellerinde, kemerbest
 (belbağı) vardır. Rehber, canları eşiğe niyaz ettirir. İçeri girip, 
dedenin huzurunda “Hü!” deyip “Mansur darı”na dururlar. Pir, “niçin 
geldiniz?” diye sorar. Rehber: “Bugün Mansur gibi darağacını, Nesimi 
gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı 
evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik!” der. Pir: “Ey 
talipler bu bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! 
Gelenin canı, dönenin malı! Bu yol demirden yay, oddan gömlektir 
giyemezsiniz, gidiniz!” dedikten sonra, onlar geri gider; eşiğe varıp, 
gene gelirler. Bu durum, üç kez tekrarlanır.
                            
                            Yola
 girerken pirin musahip olanlara söylediği “gelenin canı, dönenin malı” 
yaptırımı ile kurbanlık koyun simgeselliği vurgulanmış olabilirse de 
bunun 
                                tersi biçiminde belgilenmesi, Aleviliğin
 temel felsefesine çok daha uygundur. Kaldı ki, birçok kaynakta “gelenin
 malı, dönenin canı” biçiminde geçmekte ve çoğu dedeler böyle 
uygulamaktadır. Bu bağlamda 
                                musahiplik, yola girerken malını 
mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmaktır. 
Birinci belgide yol, R. Yürükoğlu’nun söylemiyle “dükkânı kapatıp, 
anahtarı teslim ederek, çekip 
                                gidilecek yermiş” ortamı gibi sunuluyor.
 Oysa bir yaşam biçimine dönüştürülmüş Alevi-Bektaşi yolundan dönen 
için, “Can pazarı” yaptırımı konulmuş olması, daha usa yatkın görünüyor.
 Aynı zamanda bu 
                                yaptırım, dönüldüğü takdirde, 
Muhammed–Ali ve erler, evliyalardan gelecek “görünmez kaza-belalarla” 
yok olunacağı gizli telkiniyle ruhsal gerilim yaratmıştır.
                            Belki
 de kasıtlı sokulmuştur, “gelenin başı ya da canı” belgisi. Eğer 
gerçekten öyle olsaydı, maldan dedeye ya da dergâha bırakan döner ve 
yüzyıllar 
                                boyunca yapılan baskı ve zulümle 
Aleviliğin imi bile kalmazdı. Yine aynı yazarın dediğince, “zamanın 
koşullarının gerektirdiği budur; dün de bugün de ‘Gelenin malı ve dönenin canı’ belgisi, doğru olanıdır.”
                            
                            Kapıdan
 her içeri girişte, dar meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine 
simgesel olarak selam verir rehber. Üçüncü kez dara çıktığında, “Pir 
huzuruna bir (iki) çift koç-kuzulu kurban getirdim. Al, kabul et, Allah eyvallah!” diyen rehber tîğ-bentten
 çeker ve hep birlikte dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da 
ayaklar mühürlü, yani Fatıma darı vaziyeti bozulmadan Fazlı darına 
                                durmuşlardır. Dede eliyle ya da tarik 
çubuğuyla rehberin omuzuna, Allah–Muhammed–Ali diyerek, üç kez dokunur 
ve “Hizmetlerin kabul, yüzün ak olsun! Pir divanına yazılsın. Oniki İmam
 katarından 
                                didarından ayırmasın, hüü erenler!” der.
 Rehber kalkarak tîğ-bendi dedeye verir. Dede, “Fazlı darı”ndaki musahip canların üzerlerindeki kefeni 
                                simgeleyen akbezi kaldırır, şu duayı okur: 
                            “Allah
 Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz dardan ve çağırdığınız pirden 
şefaat göresiniz! Cenabı Hakk, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allah’a 
kul, 
                                Muhammed’e ümmet ve Ali’ye talip eyleye!
 Bu yoldan, bu dardan ve didardan ayırmaya! Ceddi cemalımız yaramaza, 
uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil 
gadadan-görünmez beladan koruya! 
                                Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı 
evlat, hayırlı rahmet ve bereket ihsan eyleye! Darınız niyazınız kabul 
ola, gerçeğe hüüü!”
                            Dede,
 tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra secdedeki canları 
doğrultur, edeb erkâna geçirir. Canlar, dizleri üstüne oturur. Sonra, 
cemde hazır 
                                bulunanlara dönerek: “Erenler cemine 
dört (iki) yeni can girdi. Bunlar artık yol kardeşlerinizdir. Oniki 
İmamların huzurunda onları candan saklayıp koruyunuz! Hüü gerçeğe, Allah
 eyvallah!” dedikten 
                                sonra, musahip kardeşleri yeniden 
rehbere teslim eder. Rehber, onları meydan halkasında yanına oturtur.
                            Yola
 girmiş, ikrar vermiş bu canlar, edeb-erkân durumunda, yani “Nesimi 
darı”ndadır şimdi. Artık zakirlerin musahiplik üzerine söyledikleri 
nefes ve 
                                düvazlar dinlenir. Arkasından yeni yola 
girmiş canların, tarık altından geçmelerinden sonra, doluları içilecek 
ve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir. 
                            Mélikoff, konuyla ilgili şunları söylüyor: 
                            “Musâhipleri
 birleştiren bağlar sosyal niteliklidir: Musâhipler, bütün yaşam boyunca
 yardımlaşmalı ve ailelerine yardımcı olmalıdır ... Musâhiplik bağları 
                                çok kuvvetlidir: Musâhiplerin çocukları,
 bacı ya da kardeş saydıklarından aralarında evlenemezler. Bu bağ ölüme 
dek sürer. Bir musâhip evlenmek istediği zaman, Âhiret kardeşi ona 
yardımcı olmalıdır. Birlikte, 
                                kolkola kız aramaya çıkacaklardır. ... 
Musâhip, gelin odasına kadar evlilerin yanında bulunacaktır. Eğer evli 
ise eşi, bütün evlenme merasimi boyunca yeni geline yardımcı olacaktır.”
 (Mélikoff 1993: 97-98)
                            
                            Bunlara,
 bazı Bektaşiler ve Nusayri Alevileri arasında, tek kişi olarak yola 
girilip, ikrar verildiği ve musahipliğin bilinmediğini de eklemek 
gerekir. Ancak, 
                                efsanevi “Kırklar” öyküsünden de Ahiliğe
 büyük pay çıkaran Irène Mélikoff’un, “Hiç şüphe yok, Musahip âdetinin 
Alevilerde dini bir tören olması da Ahi loncaları yoluyladır” 
                                tanımlamasına katılmıyoruz. Bu 
törenlerin nereden geldiğini, musahipliğin tarihsel kökenlerini 
incelerken göstermeğe çalıştık. Kuşkusuz, Mélikoff’un çeşitli uluslardan
 oluşan Alevi inanç toplumlarının geniş 
                                coğrafyası içinde, yıllar boyu 
yaptıkları inceleme ve araştırmalar saygıdeğer boyutlardadır. Alevilik 
yorumlarında fazla idealist yaklaşımına rağmen, çalışmaları bu konuda 
araştırma yapanlara önemli kaynak 
                                oluşturmaktadır. Bu yazısında da 
musahiplik konusunda son olarak şu önemli saptamaları yapıyor: 
                            “… bu âdet,
 göçer nüfusun yerleştiği her yöreye, Orta ve Doğu Anadolu’ ya, hatta 
daha ötelere yayılmıştır. İran 
                                Azerbaycan’ında Ehl-i Hakk’lar arasında,
 bilhassa Ateşbagi denen kolda İkrar kardeşi, «sülûk kardeşi» âdeti 
vardır. Âhiret kardeşi, «birâder ya da hemşire», Yezîdîlerde de görülmektedir. 
                            
                            Aynı
 âdete, Ehl-i Hakk Kürtlerde de rastlanır. Yetişkinlik çağına gelen her 
Ehl-i Hakk, kendi ailesinden başka bir aile içinden «Âhiret Kardeşi» 
seçmek 
                                zorundadır ve eşler belli bir merasimden
 geçerler. «Âhiret Kardeşi», yaşamının her mühim anında, evlenme ve 
hatta ölüm anında, kardeşinin yanında olmak zorundadır.” (Mélikoff 1993: 91-92)
                            
                            3.2 Musahiplik Dolusu Alma, Lokma Yeme
                            İlk
 ikrar sitemini çeken, yani tarık çubuğu altından geçen musahipler, son 
aşamada pir–mürşit elinden, dolu ya da dem (içki, şarap, şerbet, su) 
içer. Sonra 
                                saki, yola girenlerin dolusunu dağıtır. Bu dolu, cemdeki tüm canlarla paylaşılır. Cemdeki kadın-erkek her can, üçer yudum ya da üçer kadeh alır. Bu, birlik-beraberlik dolusudur. Dolu, “Kırklar Meclisi”nde ezilip içilen bir üzüm tanesi şerbetinin simgesidir. İkrar birliğinin, ikrarından dönmemenin ve Alevi-Bektaşi yoluna girmenin andıdır. Tören, canlarla bütünleşip, toplumla bütünleşerek benlikten sıyrılma yeminidir.
                            Musahiplik
 dolusu alındığında, muhabbet faslı başlamıştır. Sakiler, içki 
kullananlara birbiri ardınca üç kadeh dem sunar. Sıra zakirlere gelir. 
Onlar da “dem 
                                nefesleri” okur, “dem geldi semahı” 
çalarlar. Üç nefes ve bir düvazimamdan sonra, musahipler semaha kalkar. 
Nefesler anlamlıdır; yola girenlere öğütler verir, Muhammed–Ali yolunu 
sevdirir. 
                                Dolu içmenin erdeminden, “Kırklar 
Meclisi”nden söz eder. Nefeslerden birkaç dörtlükle konu daha iyi 
anlaşılacaktır:
                            Elele tutup gidelim kardeş
                            Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
                            Cümlemiz bir vücut olalım kardeş
                            Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
                            - Mürşidi kamilden guş eyle pendi
 - Hıfzeyle gönlünde hernekim dedi
 - Cem olup erenler meydane geldi
 - Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
 
                            - Erenler yoluna gitmek böyledir
 
                            Babında Mihrabi kuldur köledir
                            Derdiğinden cemet erenlere ver
                            Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
                            - Güzel Şahtan bize bir dolu geldi
 - Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
 - Hünkar Hacı Bektaş Veli’den geldi
 - Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
 
                            - Payım gelir erenleri payından
 
                            Muhammed neslinden Ali soyundan
                            Kırkların içtiği engür suyundan
                            Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
                            Arkasından
 aşçı, kurbancı ve meydancının yardımlarıyla sofralar açılır; 
musahiplerin kurban aşı “Hak lokması” gelir. Birlikte yenilen lokmanın 
da 
                                belirli kuralları vardır; dualar 
gülbanklar okunur, destursuz lokma yenmez. Önemli olan, tercüman kurbanı
 payından, her canın tatmasıdır. O, dualıdır ve rıza lokmasıdır. 
Böylelikle toplum onlarla bütünleşmiş, bir 
                                can bir vücut olmuşlardır. 
                            4. Sonuç
                            İkinci
 kez dünyaya gelme anlayışı içerisinde, artık yol oğlu olmuş musahipler,
 toplumlarıyla çözülmez bir inançsal akrabalığın içine girmişler, bir 
                                pir’e–dedeye bağlanmışlardır. 
Böylelikle, taliplerin oluşturduğu bu “yol akrabalığı” düzeninde 
(mürebbi, musahip, rehber, yol talibi, pir) oluşan komünal yaşamı 
benimsemiş küçük toplumsal 
                                birim, mürşite–dedeye bağlı ve onun 
talipleri olan diğer pirlerin–dedelerin çevresiyle genişleyen daireler 
halinde daha büyük topluma ulaşır. Sonunda Hacı Bektaş Veli’yi temsil 
eden büyük mürşitin 
                                (mürşid-i kâmil) tepede bulunduğu bir 
toplumsal akrabalık düzeni yaratılır. Tüm kültürel, inançsal ve 
toplumsal değerleriyle musahiplik, hep birlikte ortaklaşa üretip, 
ortaklaşa tüketen; eşitlikçi ve sevgi 
                                birliğinde temellendirilmiş paylaşımcı 
bir düzenin kurumudur. 
                            Kaynaklar
                            Aytekin, Sefer (Haz.): Hacı Bektaş Veli: Makalat. Ankara 1954.  
                            Corbin, Henry: Temps Cylique et Gnose Ismaelienne. Paris l982.
                            Daftary, Farhad: The Ismailis, Their History and Doctrines. Cambridge University Press 1992.
                            Engineer, Asghar A.: The Origine and Development of Islam. New Delhi 1980.
                            Hamidullah, Muhammed; Tuğ, Salih (Çev.): Resulullah Muhammed. İstanbul 1992.
                            Heyet (Haz.): İmam Caferi Sadık Buyruğu. İstanbul 1989.
                            Mélikoff, Irène; Alptekin, Turan (Çev.): Uyur İdik Uyardılar: Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları. İstanbul 1993.
                            -      1.   Daftary 1992: 137.
 -      2.   Corbin 1982: 149-150.
 -      3.   Harati, Muhammed Rıza b. Sultan Hüseyin; Ivanow, I. W. (ed.): Kelam-ı Pir: A Treatise on Ismaili Doctrin. Bombay 
                                    1935.
 
									Devamı..